İşletme ve pazarcılık dünyasının merdiven altına ışık tutan en çarpıcı yapımlardan biri, kara komedi türündeki The Wolf of Wall Street (2013) filmidir kuşkusuz. Leonardo DiCaprio’nun, benzer içerikli Catch Me If You Can’den (2022) beri tadı damağımızda kalan muhteşem oyunculuğu da eklenince film, adeta kendi pazarını oluşturmuştur. Bu açık alanda kendini tanıtmış, pazarlamış, satışa sunmuş ve beğenileri fazlasıyla kazanmıştır. Böylesi bir başarının ardında yönetmen koltuğundan bizlere seslenen Martin Scorsese ve senaristler, Terence Winter ile Jordan Belford’un titizlikle çalıştığı, ustaca kurgulanmış diyaloglar yer almaktadır elbette. Ancak bu satırların arasında Scorsese’nin eleştiri oklarından nasibini alan yalnızca pazarlama piyasasının, kandırmaca ve sahtekârlık üzerine kurulu dili değildir. Aksine Scorsese, izleyicinin bu dil karşısındaki yeterliliğini de sorgular. Evet, elimizi bir şey satın almak için cebimize her atışımızda belki büyük ölçüde kandırılıyoruz. Ama ya bu pazarlama metodunu bir stratejiye çevirip, işleten konumuna biz gelirsek?
Bunu açıklamak için Scorsese, filme kilit bir sahne yerleştirmiştir. Oldukça basit görünen bir soru ile başlar her şey: “Bana bu kalemi satabilir misin?” Filmin başlarında ve en son sahnesinde karşılaştığımız bu soru, hayatın farklı kesimlerinden insanların verdiği farklı yanıtlarla, tabiri caizse alaylılar ile mektepliler arasındaki uçurumu gözler önüne serer. Soruyu yönelten, DiCaprio’nun canlandırdığı başkahramanımız Jordan Belford, yani “Wall Street’in Kurdu” namına erişmiş meşhur CEO’dur. Orta halli bir şirkette borsa memuru olarak çalışırken komisyonculuk sayesinde milyon dolarların sahibi olan Belford’un sırrı, satış ve pazarlama işinin püf noktasını çözmüş olmasıdır. Bir Bakıma Belford, kapitalizmin de çıkış noktasını yakalar bu yöntemle.
Yönteme ve ilgili sahneye gelmeden önce içinde bulunduğumuz, mevcut küresel kapitalist sistem ile devlet kurumlarında aldığımız resmî eğitim arasındaki farka değinmekte fayda var. Zira bu noktadan bakarak değerlendirdiğimizde Belford’un unutulmaz sahnesi, ideolojik alanlara da eleştiri oklarını yönlendirmiş olur. Öncelikle devlet kurumlarında bireylere “idealize edilmiş” bir düzen ve sistem sunulur. Bu portrede vatandaşlar ile devlet arasında uyumlu bir sözleşme vardır. Bu uyumu uzun vadede korumak için de sistemin, her iki tarafın lehine işletilmesi sağlanır. Dolayısıyla bireylere ne kadar “ideal bir düzen içinde” oldukları aşılanırsa o denli az sorgulanır devlet. “İdeal” ise ancak teoride tanımlanabilen bir kavramdır.
“Aktüel” (actual), gerçek yaşantıda deneyimlenen, bozulma potansiyeline sahip durumken ideal daima korunur ve sabit kalır. Resmî kurumlarda da teorize edilmiş bir hayat, ideal ekonomik ve siyasal düzlemler, kısacası “olması gereken” bir yaşam anlatılagelir. Bu öyküde sorgulamalara ve alternatiflere yer yoktur; tanımlar bellidir ve her şey bu tanımlar üzerinden ifade edilir. Ütopya gibi gelen bu sözde kusursuz tanımlamalar ne yazık ki bir şeyin işlevini ortaya koymaktan öteye gidemez. Fakat söz konusu insan olduğunda tartışılan şey işlev değil, değer olmalıdır. Eğer bir şeyin/kimsenin varlık nedeni salt bir işlevi yerine getirmekse bu boşluğu, aynı türe ait herhangi bir şey/kimse doldurabilir pekâlâ. Değerler ise ancak ve ancak kişilere/şeylere özgüdür. Bir başka varlık tarafından doldurulamayan özel yerlere sahiptirler.
İdealden farklı olarak aktüel; tedirgin edici, oldukça değişken, sarsıntılı bir zemin üzerine kuruludur. Yaşamı güzel ve tatlı kılan da budur aslında. Aktüel gerçeklikte hayatta kalmanın yolunu bulanlar, her türlü değişim karşısında yıkılmadan dimdik durabilirler. Bu bakımdan aktüel, işlevler yerine değerlere göre şekil alır. Bir şeyin/kişinin aktüel gerçeklikte yer edinebilmesi için kendini değerli kılması gerekir. Kahramanımız Belford da nitekim alaylı kesiminden gelen, aktüelin dimağına ve deneyimine sahip biridir. Ancak satış uzmanlığı kariyeri boyunca yaptığı en büyük keşif, belki de “değer yaratma” yöntemi olmuştur.
Bir arkadaş grubuyla yemek yedikleri sırada Belford, içlerinden birine bir kalem uzatarak sorar, “Bana bu kalemi satabilir misin?” Arkadaşı bir bahaneye sığınarak bu işe yanaşmaz. O sırada alaylı olduğu her hâlinden belli başka bir arkadaşına tutuşturur kalemi ve yine aynı soruyu sorar: “Bana bu kalemi satabilir misin?” Fazla düşünmesine gerek kalmaz adamın. Kalemi alır, tek bir hamle ile işini sonlandırır: “Oradaki peçeteye adını yazsana.” Belford gülümser, “Ama kalemim yok ki,” der. İşte o an, kalem salt bir işlev aracı olmaktan çıkıp ihtiyaç öznesi hâline gelmiştir. Satış yönteminin kilit noktası açıklanmış olur: Böylesi bir özne oluşturmak için öncelikle ihtiyacı yaratmak gerekir. İhtiyaç, bir şeylerin eksikliğinden ileri geldiğine göre ideal düzende, yani her şeyin dört dörtlük olduğu sistemlerde ihtiyaç zinciri oluşmaz. Dolayısıyla ideal yaşantıya göre düşünen zihinler, ihtiyacı yaratmaya yeltenmez. Ancak ürünün olumlu karşılanabilecek işlevlerini sıralamakla yetinir.
Filmin son sahnesi de bunu destekler şekilde aynı soruyu gündeme getirir. Belford, hakkında çıkan pek çok yargılama süreci sonunda iş dünyasına yeniden dönmüştür. Katıldığı bir seminerde yıllar önce pazarlamayla ilgili keşfettiği bu nüansı örneklendirmek için katılımcılara bir kalem çıkarıp sorar: “Bu kalemi bana satabilir misiniz?” Katılımcılar mekteplidir; hepsi formal eğitimin süzgecinden geçmiş, idealize pembe gözlüklerin gerisinden bakmaktadır hayata. Teorileri sular seller gibi bilirler, her şeyi tanımlayıp işlevini pekâlâ noksansız sıralayabilirler. Ancak iş aktüel dünyaya gelince söyledikleri, bir kalemi dahi satmaya yeterli olamaz. Kimisi kalemin yazmak için bir araç olduğundan söz eder, kimisi “iş sahipleri için harika bir kalem” iddiasında oyalanır. Ancak ortaya konanların hiçbiri bir ihtiyaçtan dem vurmaz. Harika, muhteşem yazı aracını almak için kimsenin geçerli bir nedeni yoktur çünkü, kalemin sıfatlarından başka!
Bu kapanışla Scorsese, yalnızca pazarlama alanının en temel sorununa değinmekle kalmaz, hayatın her alanını ilgilendiren bir sonuca ulaşır: Bir şeyi kıymetli hâle getirmek istiyorsan, önce onu gerekli kılmalısın. Şu noktada ideallerin öğretildiği, teoriye dayalı eğitim sistemlerinin gerekliliğini bir kez daha tartışalım.