İnsanlar doğduklarında aynı temel isteklere sahip olurlar, fakat daha sonra bu isteklerin tatminine ulaşmada farklı davranışlar sergileyerek kişiliklerini ortaya koymaya başlarlar. Bu temel istekler yani içgüdüler ilk defa aile tarafından toplumsal kuralların öncüllerine uygun olarak dönüştürülüp çocuğun dış dünya ile uyumlu ve başarılı bir birey olması hedeflenir. Lacan, içgüdülerin doğuştan geldiğini söylerken, dürtülerin çocuğa aile tarafından kazandırıldığını ve bunun içgüdülerden dürtüye yönelik bir dönüşümle mümkün olduğunu vurgular. İçgüdülerin aile içi kurallar çerçevesinde dürtülere(huylara) dönüştürülmesi kuşkusuz toplumsal bir yaratığa evrilmiş insan evladı için gerekli bir eğitimdir. Fakat aile içi kurallar ile oluşan dürtülerin dış dünyanın gereklilikleri ile bir paralelliği yoksa kişi bundan sonraki hayatında sorunlar yaşamaya başlar. Çünkü ilk ve en kuvvetli olarak gerçekleşen içgüdülerin dürtülere dönüşmesiyle geliştirilen ifade biçimleri büyük ölçüde bizim karakterimizi belirler. Bu süreçte edinilen bilgiler bilinçaltında saklanır ve yaşantılanan durumlar karşısında ne gibi duygusal tepkiler vereceğimizi belirlerler.
Freud, aile ve anatominin yazgımız olduğundan bahseder. Lacan ise aile kısmını alır ve genişletir çünkü çocuğun aile ve toplumla karşılaşıp etkileşime girişi ilk defa “dil” vasıtasıyla başlar. Bilinçaltının dil gibi yapılanmış olduğunu söyleyen Lacan şunu da vurgular: “Dil bilinçaltının koşuludur.” Ve bu noktada Freud’un psikanalizinden daha ileriye giden kuram, Saussure’ün dilbilim kuramına, dil ve söz ayrımıyla gösteren ve gösterilen ayrımına gelir. Basitçe ifade etmek gerekirse, bir gösterge, gösteren ve gösterilenden oluşur. Saussure bu noktada “anlam”ın da bir göstergenin diğer göstergelerin kurduğu ağdan geçmesi sonucunda oluştuğundan bahseder. Yani bir göstergenin değeri ancak diğer göstergelere bağlıdır. Tüm bunlardan anladığımız değerlerimizin neden bulunduğumuz çevrenin değerlerine bağlı olarak geliştiğini açıklar.
Bilinçaltını ve dilin önemini vurgulama sebebim Giorgos Lathimos’un Dogtooth’unu irdelemek içindir. Bu uzun girişi mazur görmeniz dileğiyle filmin bütününe dair söylenebileceklere odaklanmaya çalışacağım. Daha ilk sahnede dilin aile tarafından manipüle edilip çocuklara dayatılmasıyla açılan film bizlere öncelikle bilinçaltı normalinin dışında kalan üç kardeşi tanıtır. Onlar için gökyüzünde uçan uçaklar birer oyuncak ve zombiler küçük sarı çiçeklerdir. Baba, anne ve üç çocukları, bir şehrin eteklerinde etrafı çitlerle çevrili bir evde yaşamaktadır. Çocukların evden ayrılmaları yasaktır. Ebeveynlerinin uygun gördükleri eğitimi alıp onların istedikleri çocuklar haline alan üç kardeş dış dünyanın bir etkisi olmaksızın kendi aralarında babalarının öğrettiği şekilde yarışlar yaparak ödül kazanmaya çalışırlar. Rekabet güdüsünün eğitilerek çocukların arasında garip oyunlarla tatmin edilmeye çalışılması bizlere babanın “bilinçli” bir ebeveyn olduğunu gösterir. Dış dünyadan eve girebilen tek yabancı Christina adında bir fahişedir.
Cinsel tatminsizliğin oğlu üzerinde yaratacağı agresifliğin önünü almaya çalışarak kendi iktidarını garantiye alan baba kızları hakkında çok da endişeli değildir. Fakat Christina’nın dış dünyada getirmiş olduğu hediyeler evin büyük kızına yeni bilgiler sağlayarak onun değişmesine sebep olur. Bu noktadan sonra film fiziksel olarak çok önceleri ergenliği geride bırakmış –büyük kız kardeş- “Bruce”un dış dünyadan edindiği bilgilerle tüm sağlıklı bireylerin ergenlik döneminde geçirdiği aileyi aşma ve özgürleşme sürecine girer. Esasen ergenlik döneminin sonları biyolojik olarak çocukların aileden ayrılıp kendi hayatlarını kurmaları için en verimli dönemdir. Fakat kapitalizmin gelişimiyle aynı hızda olmayan insan biyolojisi tek başına yetersiz kaldığından günümüzde bu yaştaki bireyler kendi aileleriyle kalmaya mecburdurlar. Büyüklerimizin diline pelesenk olmuş “isyankar genç” tabiri bir bakıma bu biyolojik zorunluluklardan ortaya çıkmıştır. Bu süreci normal şartlarda yaşayan insanlar kadar sağlıklı bir şekilde atlatamayan Bruce, isyanı ilk defa dış dünyadan lügatine kattığı Rocky ve Jaws filmlerinin repliklerinden öğrenir. Filmler ile birlikte “isyan etme”nin kelime olarak karşılıkları bulunduğunda içgüdüsel olarak ilk defa bilinçaltında kelimelere denk düşen duygular açığa çıkar. Artık isyanı somutlaşmaya başlayan Bruce aile tarafından sorunlu genç kız olarak algılanmaya başlar. Yönetmenin burada sinemanın değiştirici ve özgürleştirici etkisini de ustaca somutlaştırdığı gözden kaçmamaktadır.
Baba, krallığını korumak için “kötü arkadaş” Christina’yı yasaklar ve cezalandırır. İktidarını güçlendirmek ya da kriz anlarını kontrol altında tutmak için diktatör rejimlerinde uygulanan korku politikaları “bilinçli baba”nın da kullandığı bir silahtır. Kedilerin dünyanın en vahşi ve tehlikeli yaratıkları olduğunu ufak bir mizansen ile anlatan baba çocuklarına korku salar ve dışarının ne kadar da tehlikeli oluşunu imgesel olarak güçlendirir. Sınırların dışına çıkmak korkunç ve tehlikelidir ve ölen abi kediler yüzünden ölmüştür. Cenaze töreninden sonra yemeğe geçilir ve önemli kurallar tekrar gözden geçirilir. Köpek dişleriniz-sağ veya sol fark etmez- düştüğünde dışarı çıkabilecek güce ancak geleceksiniz. Bunda önce dışarı çıkarsanız kediler sizi yer!
Dışarıda bir yerlerde farklı bir şeylerin olduğunu sinema ile anlayan ve Jaws ve Rocky ile isyan etmeyi öğrenen abla her ne kadar korksa da artık onun için geri dönüş söz konusu değildir. Bundan böyle kendini “Jaws”taki köpek balığı Bruce olarak adlandıran abla, dışarıdaki yaratıklar ne kadar korkunç olursa olsun kendisinin onlardan daha korkunç olduğunu ve korkmadığını göstermek ister. İçinde büyüyen isyan dalgasına daha fazla dayanamayarak sonunda köpek dişinin düşmesini bekleyemez ve dişlerini rahatsız edici bir biçimde kırar. Acı belki fazladır fakat ağzı kan içinde kalmasına rağmen gülümsemekten geri kalmaz çünkü dayak yeseniz de maçı siz kazandıysanız mutlusunuzdur. Bruce dişleri düştükten hemen sonra kapıyı ardına kadar açarak evi terk eder. Ve “evden dışarı çıkılabilen tek güvenli araç” babasının Mercedes’inin bagajına gizlenerek özgürlüğün getirdiği heyecanla sabahı bekler.
Giorgos Lathimos ilk olarak aile’nin çocuklar üzerindeki etkisini ve bilinçaltının dil vasıtasıyla nasıl manipüle edilerek yapılandırılabildiğini ve istenildiği takdirde diktatör rejimlerinde nasıl da bir nesil yetiştirilebileceğini gösteriyor. Günümüz sosyal bilimcileri halen Hitler Almanyası’na zemin hazırlayan nesli araştırmaktadır. Giorgos Lathimos oldukça sağlam bir alt metin ile giriştiği sistem eleştirisini sade ve açık bir dil ile ortaya koyarken gerçekten takdiri hak etmektedir. Bu gün gördüğümüz içe kapalı Çin, Kuzey Kore gibi devletlerin halkları da tıpkı Dogtooth’da gördüğümüz üç kardeş gibi değil midir? Onların kendilerine has yönetimi, evlilik biçimleri ve sevme şekilleri vardır. Başkanları öldüğünde bizlere garip gelen ağlama biçimleriyle yüzbinlerce Kuzey Koreliyi görünce şaşırmamız bundan değil midir?
Son olarak Giorgos Lathimos’un sistem eleştirisi yaparken aslında karanlık bir tablo çizdiğini anlıyoruz. Film, son sözünü söylerken, özgürlük için isyan edilse bile bilinçaltının ve manipülasyonun gücünün altını çiziyor. Siz bugün bilincinizde kilit altına alınmış bir şey hakkında film izleyerek ya da kitap okuyarak bunu kırabilirsiniz fakat öte yandan karanlıkta kalan binlerce çarpık ve yanlış yönlendirmeden biri yine de sizin sonunuz olabilir. Özgürlüğü arzulasa bile babasının arabası dışında dışarıya çıkmanın başka yolunu akıl edemeyen korkunç Bruce gibi.
Filmi izlemedim fakat yorum ilgimi çekti. Ama eksiklikleri var. Filmin konusu Fuco(Faucoult) un Özne ve İktidar ına daha yakın. Özellikle ”biyosiyaset” kavramı üzerinden anlattığı, devletin özne üzerindeki etkisi ve öznenin toplum tarafından yaratılışı , bu film eleştirisine yakın.
çok güzel, teşekkürler
rica ederim ,ben teşşekkür edrrim.