“Dürüstlük, ‘çoğunluk’ için içsel bir erdem değil, sosyal bir pozdur.”
Baltasar Gracian
‘Çoğunluk’ devlet babanın gölgesinde kendi vasatını yaratan bir kurum. Osmanlı’dan günümüze, muktedir olan babalar ile oğullarının ve onların da oğullarının kısır döngülü bir güncel tasviri. Ergenlikten çıkamamış bir toplumun, çıtlatıp tükürmemek adına, aile çekirdeğini açılmayan kanatlarının altında sıkıştırarak tüm sevemediklerini oksijensiz bırakma hâli. Yeryüzündeki tarihsel geçmişi kaplayan tüm iktidarların her daim yanında olan sorgusuz kalabalıkların hayatı kabulleniş vesikası. Kısacası Çoğunluk (2010) filminin kaba inşasının iyi kavranması, toplumsal hafızasızlığın teşhir edilmesi adına bir gereklilik.
Çoğunluk, mağdur tabakaların arasından sıyrılıp ‘muktedirlik sınıfı’ mezuniyetini ilan etmiş yerli sermaye burjuvazisi ile bu iki tabaka arasında sıkışıp kalarak muhterisleşmişlerin, bir Mor ve Ötesi şarkısı olan Araf’taki sözleri gibi. Aynı zamanda da bu ‘çoğunluğun’ bir o kadar rağbet göstermeyeceği bir film. Kendi akisleri ekranda belirenlerin, yüksek ihtimalle ülkenin sirkten bozma meşhur eğlence kanalını tercih edecek olması, çok dolu kafalarını boşaltmak adına daha uygun bir davranış şekli.
Filmdeki bir sahnede hayata benzer bir betimleme olan, televizyon kumandasının ailenin babasının elinde olması ve anne figürünün (Nihal Koldaş) ise tüm “genel izleyici” kitlesinin hayatta kalmasını sağlayan aş hazırlama ve meyve soyma görevlerini üstlenmesi, gelecek adına düşünülecek şeylere çok zaman bırakmayan bir hayat tarzının sessizliği. Nitekim bu aileye gelin gelen kadının bile kendi kocasından bahsederken “O maç izlerken ben içeriye kaçıp kendi dizimi izliyorum.” demesi bu asosyalitenin çoktan bir kısır döngü hâlini aldığını bizlere yansıtan bir sahne. Çözülen Türkiye aile yapısının, maneviyatı yüksek, sinir uçları ürkek sevimsizliği.
Baba figürü Kemal Abi (Settar Tanrıöğen), hem iş eşrafınca hem de ailesi içinde kendi saltanatını kurmuş, ara sokakların ruhsuz bir müteahhidi. Kendisini dönüştüremediği bir hayatın içinde şehrinin kentsel dönüşümünü üstlenmiş kişisi. Yaptığı binaların 20 sene sonrasında tekrar dönüşmeye ihtiyaç duyacak olması, dönüşemeyenlerin bir nevi döner sermayesi. İşinin hep en iyisini bilen Kemal Abi’nin eşi ise, ‘evine’ girdiğinde yüzüne zoraki bir selam verilecek kadar sıradan bir ev personeli. Halbuki, filmin bir sahnesinde oğul Mertkan’a (Bartu Küçükçağlayan) söylediği “Ben her gün vatanım için, sizin (ailem) için, en şereflisi, hep daha fazlası için çalışıyorum!” sözü, kendisinin bir baba olarak istediği gibi davranamayacağı anlamına gelmemeli.
Hikâye, orta sınıf muktedirlerinin ‘yuva’landığı -ki benim de 8 yılımın geçtiği muhit– Bahçelievler’de geçmekte. İstanbul soyut parsellere bölünmüştür bilinmediği üzere. Anadolu sermayesinin ihtişamı; Bahçelievler, Bakırköy, Beylikdüzü semalarında kanat çırparken, Şişli ve Kadıköy aristokrasiyi, Boğaz ve Adalar elitizmi, Beyoğlu kaotiği, Fatih, Üsküdar ve Eyüp ise maneviyatı resmetmekte siyasi haritamızda.
Filmin giriş sahnesi, bir hafta sonu yürüyüşünden dönmekte olan evin babası ve oğul Mertkan’ın, anlamını bilmedikleri ‘proleterya’ kavramından, bir temizlikçi kadın ile karşılaştıklarında dönüştükleri acımasız hâli göstermekte. Babanın evine belki de hiçbir zaman kendi geçmişine ait bu tarz alt tabaka insanların girmesini istememesi -hem de pazar günü- karısının ne güne durduğunun soru işaretleri. Pazartesi, salı, çarşamba, … ? Mertkan ise aynı babası gibi vestiyere oturan, yine onun gibi ayakkabılarını çıkartıp terliklerini giyen, hizmetli kadının kendisine sevgi ile karışık “Mertçiğim” demesi üzerine babayı fiştekleyen ‘asil delikanlı’. Mertkan babasının şirketinin varisi iken nasıl olur da bir hizmetli kadın tarafından ‘Mertçiğim’ sınıfına düşürülebilir ki! ‘Kırsal esnaf Müslümanlığı’ yaşayan tebaadan gelme bir ailenin ve yüzeysel milliyetçi bir babanın oğludur ya Mertkan; işte bizlerin küçük yerli burjuvazisi! Nitekim babasının bu patronaj tavrından kendine pay çıkaran Mertkan, hizmetliyi yerde ‘emek’ler bir pozisyonda temizlik yaparken itekleyecek. Yani burjuva, alt sınıfın kıçına her yerde olduğu gibi yine tekmeyi koyacak. Anne ise bu hayata tam adapte olamamış, hatta ‘kadınının’ dertlerini bile dinleyebilen bir figür olarak kalacak. İlerleyen bir sahnede ise ‘kadınının’ gariban çocuğu ile birlikte bir arabanın altında kalarak ölmesini tek içselleyen insan da yine o olacak, mutfağında yaktığı bir sigara ile. O ‘anne sigarası’ ancak ya bir koca kavgası sonrası ya da bir ölüm haberinin akabinde yakılmakta. Hayat ise herkesin imtihanı. Belki o kadın ölerek bu dünyadaki imtihan sırasını savıp ona çarpan başka bir muktedirin imtihanı olacak. Tıpkı zamanında başka diyarlarda, bilinmeyen garibanlara fiziken çarparak kaçan ama vicdanen kendinden uzaklaşamayan başka muktedirlerin imtihanları gibi.
Mertkan aslında her nefesinde hissettiği baba saltanatında zaten birey olmaya hiç çalışmamakta. Ancak kendi refah seviyesinin altında olan yancı arkadaşları ile özgüvenini tatbik etmekte. Arkadaşlarının tek eğlencesi, ekonomik hâdlerini aşan pahalı ve kendilerinden akıllı telefonları. Hiçbir manası olmayan bu erkek topluluğu ile avmlerde takılan, sosyalleşmek için buralarda paten kayanlarla dalga geçen –ki kendi asosyelliklerinin aslında tefrikası– ‘baba arabası’nın içerisinde son ses techno müzik dinleyerek zaman ve beyin öldüren Mertkan’ın, bu hanedanlıktan kaçarak dışarıdaki hayatta başarılı olmuş ve evlenebilmiş abisinden ayıran özelliklerden bazıları bunlar. Flört hayatı ise İstanbul’a Van’dan okumak için kaçak gelen Gül karakterinin (Esme Madra) başına getireceklerden ve beyninin içinde sivilce açtıran mastürbatif geçmişinden ibaret. Gül, topraklarının feodalitesinden kaçıp İstanbul Kuştepe’ye yerleşmiş bir Kürt kızı. Marmara’da sosyoloji okumakta. Fakat toplumsal tahlilden önce daha aşiret zihniyetini çözümleyememiş, ülkemizdeki birçok kız çocuğu gibi beynine nakşedilmiş bir ezberle okuyup bir kocaya varmak istemekte. Mertkan onun belki de acil çıkış kapısı. Bu nedenle ona bedenini teslim etmesi, filmde beklenen bir süreç. Halbuki Mertkan için Gül, yancı arkadaşlarına kendi cinsel dürtülerini ispat edeceği bir mecra. Üstelik belki de babası gibi acil bir şekilde sevişmekte ve partnerinin mutluluğuna çok takılmamakta. Ama bu bile yeterli Gül’ün mutluluğu için. Mertkan babasından sadece, seviştikten sonra hiçbir şey olmamış gibi televizyon izlemeyi ve çay içmeyi öğrenebilmiş bir bireysizlik. Baba Kemal ise kızın varlığını öğrenince de bu yola zaten taş koyacak. Çünkü Gül bir Kürt kızı. Ailesinin kim olduğu ve nerelerde yaşayıp ne b.k yediği de belli değil. Hatta büyük ihtimalle de komünist. Böyle kızlarla sadece yatılıp kalkılır, sonra ardına bakmadan uzaklaşılır. Nitekim babası, Gül’ü sepetlemesini isteyecek. Aynı, yıllarca yetkililerin Kürtleri sepetlemeye çalışması gibi. Böylece Mertkan’a ait tek varlık sahası olan kız arkadaşı bile artık babasının kontrol paneline girecek.
Türkiye’de annelik-babalık, ezberletilen ilkokul fişlerinden ibaret. Belirli tepkilere itina ile belirli reaksiyonlar verilir. Yeter ki çizgimiz çok bozulmasın. Eve geç kalan çocuk, baba tarafından anne yanında tasvip edilmez. Ama ‘baba oğul’ tek kalındığında çapkınlık yapıp çocuğun rüştünü ispat etmesine de şaşırılmaz. Mertkan’ı küçüklüğünden beri kimi zaman çırak olarak kimi zaman da bilfiil yanında çalıştırarak bugünlere hazırlayacak olan Baba Kemal; bu süreçte Mertkan’dan yeni bir Kemal yaratacak ve ona nefes alma şansı tanımayacak. Fakat bir yandan da kendi baba erkinin bitmesini de istemeyecek. Saltanat öyle kolayca devredilemez. Bu nedenle oğul, babanın gölgesinden çıkmaması gereken pasif bir aktördür. Mertkan kendi çarptığı arabasını bile kendi istediği yerde tamir ettiremeyecek. Babasının eli kolu uzun. Babası zaten tanınması gereken herkesi tanımakta. Kendi problemlerini de ailesi veya bir bilenle değil, ancak bu oradan buradan tanıdıkları ile esnaf arkadaşları arasında paylaşıp istişare etmekte. Bir şey öğrenilecekse ancak onlardan öğrenilecek. Mertkan’a racon öğretmek için, onu polise kaza raporu değiştirtmeye gönderdiği zaman da bu işi beceremeyeceğini iyi bilmekte. İşte bir baba olarak iş bitiricilik nasıl olur, çocuğa gösterilecek; varlığının mevcudiyeti yeniden ve yeniden oğulun gözüne sokulabilecek. Mertkan’a, herhangi bir çalışanına veya personeline nasıl davranacağını, kaza ile çarptığı bir taksiciye (Erkan Can) nasıl yaklaşılacağını da zaten zamanı gelince öğretecek.
Baba Kemal Abi’nin aynı zamanda iş bitirici gereksiz arkadaşları da var olacak bu ortamda tabii. Turistik yerlerde orta üst seviyede esnaflık yapan “bıçkın” adamların, ‘bağzı’ polislerle iyi bir ilişkisi bulunmaktadır. En iyi gece kulübünü, en iyi hayat kadınını ve pavyonu onlar iyi bilir. Elbette, kimi şirazesiz polisler ve diğer esnaf arkadaşları da bu çürük meyveden nasiplenir. Yeri geldiğinde de işte bu bıçkın esnaf, senin bürokrasi içindeki işlerini yine bu kanallardan halledecektir. Baba Kemal’in, oğluna imtihanları da bitmeyecek tabii. Mertkan’ın artık Manisa Sancağı’na, yani Gebze şantiyesine gitme zamanı gelecek. Belki bu çocuk orda bir adam, pardon bir ‘Kemal’ olabilecek. Nitekim bunun da meyvelerini Kemal Abi, oradaki şantiye şefi İrfan üzerinden gözeterek alabilecek. Mertkan zaman içerisinde artık yeni bir ‘Kemal’ olmaya da başlayacak ve yeri gelince babasının kollarına, onun gururlu bakışları altında sarılabilecek. Bu sarılış, Mertkan’ın artık istediği her türlü ranta ve düzene göre hareket etme kabiliyetine erişim sağladığının belirtisi olacak. Ne de olsa eve her geldiğinde onun tüm kirini pasını ânında çamaşır makinesine atacak şefkatli bir annesi, mutfak tezgâhının yanındaki masasında hazır beklemede duracak.
Toplumsal bensizlikte bir erkek çocuğunun boş boş gezmesi istenmezken, yine bu çocuğun boşlukları doldurma girişimlerine de şüphe ile bakılır. Tüm esnaf tayfası ve aile eşrafı, erkeğin askerliğine kafayı takmıştır. Mesela Kemal Abi, “Millet orda çatır çatır geberiyor, paşamız burda kendi âleminde!” diyerek, bir önceki sahnede milletin en büyük serveti olan ormanlık bir alanın imar izni için yaptığı illegal pazarlığını aklına getirmez bile. Acaba vatan haini kim? Yok, geç o soruyu. Resimdeki manken kim? Mertkan ise açıköğretim bahanesi ile kendini askerlikten ve bu baba düzeninden az da olsa soyutlayabilecek. Fakat bu dümen de bir yerde babaya toslayacak. İşte böyle bir padişahın himmetinde olan Mertkan, çizgiden her çıkışında babasının kendine has yöntemleri ile cezalandırılacak. Yeri gelecek, sırf kendisine iş olsun diye Gebze’ye kadar kereste taşıttırılacak; yeri gelecek, en uzak yerdeki şantiyeye gönderilecek. Toplumda iyi gözetilen bir esnaf olabilmek için baba tarafından ardı sıra cuma namazına götürülecek. Her cuma namazında dile getirilen, “Şüphe yok ki; Allah, adâleti, lütuf ve keremde bulunmayı ve yakınlara ihtiyaçları olan şeyleri vermeyi emreder ve çirkin olan, kötü görünen şeylerle haksızlığı nehyeder; öğüt alasınız diye de size öğüt vermektedir” ayeti pas geçilecek. Ve akılda bir tek evinin önüne park eden komşusunun arabasını tekmeleyip sileceğini kıran bir baba figürü sahnesi kalacak.
Özetle; iş adamı Kemal abi enteresan bir adam değil gerçekten, inanın. ‘Çoğunluğa’ çoğulcu ve yekten bir yaklaşım ne kadar yanlış olsa da Kemal Abi, sizin şu an oturduğunuz evin belki müteahhidi; belki Almanya’dan, yalandan oğlu Mertkan’ı getirecek ev sahibi, belki çalıştığınız şirketin, çok parası olmasına rağmen çalışanlarının sigortalarını asgariden yatıran yönetim kurulu üyesi, belki tuttuğunuz kulübün menajerler ve siyasilerle kirli ilişkisi olan yöneticisi, belki oy verdiğiniz bir partinin cemaatlerden talimat alan vekili, belki de her gün işinize giderken börek poğaça aldığınız ve açılışını belediye başkanının yaptığı meşhur pastanenin girişimcisi… Muktedirlik; ‘çoğunluğun’ sığamayacağı kadar sınırlı bir yaşam alanı iken aynı zamanda mağdur bırakılmış ve içe doğru kapısı kapatılmış bir yapının ulaşmayı hayal edebileceği de bir yörünge. ‘Çoğunluk’, mağduriyetten muktedirliğe yükselmek isterken muhterisliğe kapılanların silsilesi. ‘Çoğunluğumuzun’ hayatı artık sanallaşmışken gerçeklik ise izafi bir kavramın maskesi. Ailelerimiz, kaç oda kaç salon olduğu çok önemli evlerinde bir ülkenin kredi kartı taksitlerine böldürülmüş porselen dişlilerini hep beraber hareket ettirmekte. Hayattan kalan boş zamanlarında ise tankların önüne set örmekte. Bilinçsiz bir bilinçlilik belki de bizimkisi; dindarlık, halkseverlik, doğaseverlik, vatanseverlik, akrabaseverlik hücrelerde gezmeye devam ederken, tüm kavramları birbirine karıştırarak kendi OBEB’ini aldığımızda geriye ‘çoğunluk’ olabilmek adına bireyliğinden geçenlerin yüzdelerini hesaplama endişesi. Ancak kendimizle baş başayken oluşturulabildiğimiz halis benlik, başkalarıyla bir aradayken çoğullaşmadıkça; dürüstlüğün sosyal bir pozdan, içsel bir erdem tanımlamasına evrilebilmesinin yok bir çaresi. Şu satırları okuduğun esnada “Bak işte tam da şunlardan, şu partililerden, şu taraftar grubundan bahsediyor.” derken kendini yakalarsan, bil ki sen de bireyselliğini indirgemiş yektenci bir çoğunluk üyesisin. Bize tümdengelim değil, tümevarım gerek. Önce sıfır, sonra bir olmak gerek.
Dipnot: Yeni Sinemacılar’ın son, Seren Yüce’nin ilk uzun metraj filmidir.