Çocukların hayalleri damlarda yeşerir Adana’da, beş tarafı çevrili, altıncısı göğe bakan kutularda. Bazen bir asma, birkaç saksı eşlik eder buna. Çamaşır iplerinin bittiği uzamda, elektrik direkleri ve sarkmış teller başlar, uzar da uzar; antenler, depolar, bir de kuşlar… Dam, bir yaşam alanıdır; düz ovada grilik bitmek bilmediğinden göğe döner gözler. Sıcaktan olduğu kadar, babadan, bazen anneden, özcesi erkten kaçış yeridir dam; yakında olan uzaktır. İşte Yusuf da birçok çocuk gibi bu tepesiz odasında büyüyecektir. Yalnız başına oynayanların sığdırdıkları gibi dünyaları odalarına, Yusuf da dünyasını “dam” denen bu yaşam boşluğuna inşa edecektir.
Böyle başlar Güvercin (2018). Yusuf’un gökyüzündeki odasında kanat çırpan güvercinleri görürüz. Onların zarif manevralarını yine zarif bir şekilde yakalamıştır kamera. Karakter, arka plandaki güvercinlerle birlikte ekseni etrafında dönerken daha geniş bir döngüye de işaret eder; kendisinin, güvercinlerin ve Adana’nın arka sokaklarının döngüsüne. Hikâyelerin kesişedurduğu sokakların çemberinde kahramanımız, çeperlerdedir daha çok, filmin atmosferi en başından hissettirir bunu. Motorla işten eve dönen abisine damdaki bu çeperden bakar. Başta pek anlamayız, belki o da henüz anlamamıştır; fakat durup da baktığı, onu çeperde olmaya zorlayan bir gücü, bir egemenlik alanını simgelemektedir. Ne de olsa her gün gidilip de dönülen bir yerler vardır; “iş” ya da “ekmek parası” denilmektedir buna egemenlerin dilinde. Merkezden çeperdekine kuvvetli bir çağrı vardır. Banu Sıvacı çeperdekini getirip önümüze koymuştur bu ilk uzun metraj filmiyle. Zaten daha başka nedir ki sinema?
“Güvercini çıkarın, sinemayı koyun” demiş filmin yönetmeni Banu Sıvacı bir röportajında, “güvercini çıkarın çocukluğu koyun” da denilebilirdi elbet. Oyunu koyun, yalnızlığı, düşleri ve soyut olanı. Ama işte artık büyümüştür Yusuf bu oyun odasında. Oyunların gerçeğe dönmek zorunda kaldığı bir dünyada oyun arkadaşları olan güvercinler de alınıp satılabilen metalara dönüşmüştür. Emek de paradır artık zaman da, gökyüzüne dalıp gitmekse israf. Güvercinler gökteki kanatlarıdır Yusuf’un, gidip gidip geri dönerler. Yitik babanın yerini almış olan abinin yakın bir zamanda ona yapacağını, Yusuf da güvercinlerine yapar, bir kutuya koyup paketler, onların değişim değerlerini talep eder güvercin piyasasından. Tahakkümün bin bir biçimi, kutu kutu evler gibi insandan insana ve insandan hayvana geçer, çünkü yitirilmiştir çocukluğu, insan büyümüştür çünkü, Yusuf büyümüştür. Bir de Maverdi var. Bir türlü uzaklaşmayan çocukluğu… Güvercinlerinden biridir Yusuf’un. Sarılır, koynuna alır, konuşur, onu kayırır. Kurguda pek hissettirilmese de, kim bilir, yitik bir ailenin yerini almıştır Maverdi. Sokakta yürürken bile gölgesi onunladır, bir anlığına bir darabada (kepenkte) görürüz dans eden koyuluğunu. Filmin birçok yerinde buna benzer ayrıntılar görürüz. Oldukça somut, çelişkileri keskin bir atmosferin içerisinde, düşsel olan, zarifçe konmuştur seyircinin önüne. Yusuf’u da, güvercinlerine koşut, hassas bir canlıymış gibi duyumsamamız bundandır. Oldukça başarılı bir oyunculuk olduğu su götürmese de, hikâyeyi sunan bu ince dokunuşlardır. Sanki herkesin bildiği bir dünya kurulup bırakılmış gibi, her şey bu dünyanın içerisinde kendiliğinden gerçekleşmektedir. Olayların gelişimine inanırız, tarafgirlik sokulmamıştır gözlere, toplumcu gerçekçi bir atmosfere rağmen ajitatif efektlere rastlamayız. İmgesel olan hayatın sadeliği içinde, bizlere tertemiz bir kurguyla ulaşır.
Sokaklarıdır ya Adana’nın; boylarını bir damda ya da balkonda atanların, dudakları mutfaklarda dolgunlaşarak yavaş yavaş giysilerini dolduranların izleri de artık görülür olur ergenlikte. Saksılardaymış gibi yetişen kızlarla ancak bir pazaryerinde, bir ikinci elcide ya da bir düğünde yolları kesişir Adanalı oğlanların. Yusuf zariftir ve âşık olur. Bir gün gecikir de, Maverdi kıskanır onu. Kuşkusuz ‘aşk’ da önemli bir temadır filmde. Ne var ki eksik kalmış, diğer çatışmalar gibi doygunluğa ulaştırılamamıştır. Yusuf’un âşık olduğu kızı takip ettiği sahneler, zorunluluktan konulmuş gibi, akıveren kurguyu tökezletebilir bazen. Ana karakterin güvercinlere olan tutkusunun yanında biraz silik kalır bu kareler. Yine de filmin genel atmosferi toparlayıverir hikâyeyi. Yusuf’un damına ansızın yabancı bir posta güvercini iner ve diri tutar ilgiyi. Merkezden çepere ulaştırılan sihirli bir haber gibi, güvercinin ayağına bağlı olan mektubun izlerini sürer seyirci. Hikâyenin örgüsü, ilk bakışta, bunun bir aşk mektubu olabileceğini düşündürmektedir. Fakat filmin sürprizi olsa da, mektubun içeriği, yeterince güçlü bir rol oynayamamıştır kurguda. Yine de bu içerik, bir gerilim öğesi olarak başka bir güvercin yetiştiricisiyle karşı karşıya getirir Yusuf’u. Bu sahneler güvercin yetiştirmenin her zaman ince ve duygusal bir iş olmadığını bizlere duyururken, zıttından da olsa, Yusuf’un karakterini pekiştirme işlevi de görür. Çünkü karşısındaki, güvercinleri taşıyıcı olarak kullanan bir hayvan sömürücüsüdür. Bu kriminal tip sokakların sertliğini yansıtırken Yusuf’un tek sığınağı olan damına sızarak, onun duruluğunu temsil eden güvercini Maverdi’yi de yaralar. Bir yara açıldıktan sonra işte, gökyüzündeki damın da güveni kalmaz pek. Abisinin sistematik zorlamalarıyla bu yara derinleşir ve çatışma keskinleşir.
Böylece bir erginleme töreninin ortasında buluruz Yusuf’u. Çeperden merkeze doğru çekip alınmıştır çocukluğu. Piyasa değeri olmayan gökyüzündeki odası, düşsel alana ait güvercinleri, tutkuları tedirgin etmiştir egemenleri. Kendi başına akan bir pınarın boşa aktığı gibi, israftır Yusuf’un kendine ait zamanları. Bir anda çıkma otomobil parçalarının arasında buluverir kendini, erkeklerin dünyasında sesi ince ve tedirgin bedeni kaybolup gitmiştir. Yine de büyük iğdişe direnir benliği. Onu kuşatan tehditkâr erilliğe inceliğiyle direnir. Hikâyenin gücü ve filmin başarısı da buradan gelir. Bu incelik ve onu kuşatan katılık, katman katman ve oldukça sade bir şekilde verilmiştir. Bir gün kasalı bir araç gelip istif eder tüm işçileri. Zamanları kendilerine ait olmayan, yan yana dizilmiş çıkma kapılar gibi dururlar kasada, dönüş vakitleri belirsiz. Sahibince kesime yollanan bir canlıymışçasına, abisi zorla gönderir Yusuf’u. El değiştirir tahakküm, elden ele geçer, abiden patrona, patrondan taşerona, taşerondan ustaya… Ancak ertesi gün anlar Yusuf paketlendiğini. Gerisinde çocukluğu ve güvercinleri… Ne var ki hafiftir bedeni, kuşları gibi esnektir gövdesi, arasına sıkıştığı düzeneğin dişlileri kavrayamaz onu. Şehrin dışında, geceli gündüzlü moloz temizleme işinden sıvışmak ister hızlıca. Başkaldırır patronuna, ki abisinin arkadaşı olur, onu eriller âlemine çağıran gülen yüzlerin zorbalığına tanık olur ürpererek, onu bu zorbalıktan yine damlar koruyacaktır. Bir merdivenden, kanat çırparcasına uzanır çatıya… Hafiftir Yusuf, üstüne gelen ağırdır oysa.
Yine bir kahraman dönüşerek çıkar yolculuktan. Bir parçasını bırakmış, mutlak öte diyarlarda yitirmiştir. Daha direngendir artık. Erilleşmeden ermiştir biraz. Kaçıp da damına döndüğünde güvercinlerini bulamaz yerinde. Soyut olan somutlaşmış, çocukluğu buharlaşmış, kanatları budanmıştır. Yine de onu bir sürpriz beklemektedir. Acının içinde bir mut, yıkımın içinde umut vardır. Maverdi, bekleyen duruluğudur onun. Yarası korumuştur onu. Maverdi’nin sığındığı kutu, Yusuf’un benliğinin erişilemez yerlerini simgelemektedir. Yusuf derinlere koymuştur onu. Banu da öyle yapmıştır filmde. Onu egemenlerden korumuştur. Onu, Yusuf’u ve hepimizi…
En sonunda, kutu kutu damlar küçülür, kadraj büyür; katman katman, hikâye hikâye, tüm mahremler, gökyüzünde bir olur. Bir de güvercinlerin gözünden görürüz Yusuf’u.
İnce ince işlenmiş, temiz bir film. Doğal ışık kullanımı, az efekt, istisnalar haricinde abartı olmayan oyunculuklar… Eski Adana sokaklarında Yusuf’la, Banu’yla geziniyormuşsunuz gibi…
Barış Onur Örs