Bir gün Steven Spielberg ölür ve öteki dünyaya doğru hafif ve rahat bir yolculuğa çıkar. Cennetin kapısına geldiğinde içeri girmesine izin verilmez. Bu duruma son derece içerleyen Spielberg, nedenini sorar, ve yönetmenlerin cennete girmesinin yasak olduğu cevabını alır. Tam bu sırada yanından bisikleti, yırtık eşofmanları ve spor ayakkabılarıyla birisi geçer, gülümseyerek cennetin kapısından girer ve bulutların arasında kaybolur. Bizim Steven hiddetle haykırır: “İyi de bu Kubrick değil mi?!”. Kapıdaki görevli melek gülümseyerek yanıtlar: “Hayır, tanrı o. Ama kendini Kubrick sanıyor.”.
Sinema tarihinin gelmiş, ve ne yazık ki, geçmiş en yetenekli yönetmenlerinden biri olan Stanley Kubrick, kırk sekiz yıllık meslek hayatında “hepi topu” üçü kısa olmak üzere toplam on altı film çekmiştir. Bu filmlerden sadece iki tanesi 1980’li yıllarda çekilmiş olup, bu sayı koskoca on yıllık bir döneme oranlandığında aslında oldukça düşük kalmaktadır. Ancak ve ancak yönetmenin 80’lerde çektiği bu “iki ve yalnız iki” adet filmden birinin The Shining (1980), diğerinin de Full Metal Jacket (1987) olması hadisesi, bir cümle önce bahsetmiş olduğum bakış açısını kanımca altüst etmektedir. Çektiği filmlerin hiçbiri birbirine benzemeyen yönetmenin her biri aklımıza kazınan yapıtlarının tek ortak noktası, bu bahsettiğim iki filmde de olduğu gibi, hepsinin kendi türlerinde birer “masterpiece” olmalarıdır.
Tüm zamanların en iyi savaş filmlerinden (ki ben anti-militarist demeyi tercih ediyorum) biri olarak gösterilen, 1987 yapımı Full Metal Jacket’i izlerken, insan bilincinin ve kişiliğinin erozyona uğraması durumunu, beyinleri zonklatan, gözleri yuvalarından fırlatan bir anlatım gücü ve ustalıkla bizlere sunan yönetmenin üzerimizde bıraktığı etkinin bu denli büyük olmasını acaba neye yormalıyız? Birlikte düşünüp bulmaya çalışalım:
Bir savaş filmi izleyeceğiz, orası aşikâr. Ülkelerini savunmak uğruna, hoppa kız arkadaşlarını kasabalarında bırakıp asker ocağına koşan, gereksizce mutlu, sevgi yumağı yeniyetme oğlanların heyecanlı koşuşturmasını gözlemleyeceğiz öyleyse ilk olarak. Pardon, unutmuşum: Kubrick bize asla beklediğimizi vermez…
Filmde göründüğü tüm sahneler boyunca şapkasını asla ve asla kafasından eksik etmeyen Başçavuş Hartman’la (Lee Ermey) tanışmamız, kendimizi bir anda onun çirkefçe bağıran suratının karşısında buluvermemiz o kadar ani oluyor ki, yüzlerinde neye uğradıklarını bilmez bir ifadeyle saçlarının kazınmasını bekleyen er adaylarından pek de bir farkımız kalmıyor doğrusu. Hartman (“I do not look down on niggers, kikes, wops or greasers: Here your are all equally worthless!”*) muhtemelen filmdeki en nefret dolu, ürkütücü ve tiksindirici karakter. Hatta ve hatta Jack Torrance (The Shining), Hartman’ın yanında pamuk şekeri gibi kalıyor. Ama aynı zamanda, Başçavuş Hartman karakteri o kadar ustalıkla işlenmiş, o kadar incelikle üzerinde durulmuş ve kendisine o kadar akılcı, iğneleyici ve keskin sözler yazılmış ki, az biraz kafamızı sağa yatırıp baktığımızda bir anda filmin en eğlenceli karakteri olup çıkıveriyor. Hartman, Kubrick ustanın filmografisindeki en dil yakan, diş gıcırdatan, tırnak söken, hatta kafa açan karakter olma ödülünü başarıyla kucaklıyor bence.
Oyuncuların geri kalanı da en az Lee Ermey kadar başarılı. Er J.T. “Joker” Davis rolündeki Matthew Modine tek kelimeyle “efsanevi” olsa da, sanırım en çok üzerinde konuşulmayı hak eden karakterlerden biri Vincent D’Orofrio’nun canlandırdığı unutulmaz Er Leonard “Gomer Pyle” Lawrence. Son derece normal, akıllı, uslu genç erkekleri acımasız katillere dönüştürme müessesesinin en zayıf halkası o.“İzleyici kitlesi” olarak ilk başlarda Er Pyle’a gıcık olduğumuz su götürmez bir gerçek. Hepimizin kendi arkadaş çevremizden tanıdığımız, o bahtsız, yeteneksiz, sinir bozucu, zaman kaybettirici arkadaş bozuntusuna o kadar çok benziyor ki, düştüğü komik durumlardan haz duymaya başlıyoruz. İster istemez şeytani bir sırıtış bile yerleşiyor zaman zaman yüzümüze.
İşte tam bu sırada devreye giriyor usta yönetmen, ve bize “höt!” diyor, “bu adamla eğlenin diye koymadım ben bu karakteri buraya! Kendinize gelin!”. Ve tam da bu anda, çirkin savaş, daha kendisiyle göz göze bile gelemeden, yapıştırıyor sillesini suratlarımıza. Film, ekran, don-gömlek karşımızda duran karakterler, kıtırdatmakta olduğumuz patlamış mısırlar… Her şey birbirine giriyor, dünya bir anda tepetaklak oluyor. Ağzımız bir karış açık, kendi ülkesinde, kendi evinde savaşa hazırlanma kisvesi altında, adı asla “zafer” olamayacak bir zaferi kazanmaya gönderilecek askerlerin gerek fiziksel gerekse ruhsal olarak yok oluşlarını, yok edilişlerini görmek canımızı yakıyor. Sadece askeri eğitimin bir insana neler yapabildiği gerçeğine karşılık olarak dudak ısırmaktan, göz kısmaktan başka yapabileceğimiz bir şey yok. O mısırları falan da yemek istemiyoruz artık!
Filmin ilk yarısı, Kubrick’in savaşın insanlar üzerinde bıraktığı etkileri izleyiciler açısından daha anlaşılabilir kılmak adına yarattığı bir yansıma adeta. Bir savaşa hazırlık kampında olmasa bile, hepimizin ucundan kıyısından tanıştığı, karşılaştığı karakterlere benziyorlar hepsi. Belki de bu nedenle çoğu izleyici filmin ilk yarısıyla daha kolay özdeşleşebildiğini, bu bölümü daha net anlayabildiğini söylüyor. Savaşı deneyimlemiş izleyici sayısı diğerlerine oranla az olduğundan olsa gerek.
Filmin Nancy Sinatra’nın “These Boots Are Made For Walkin” adlı şarkısıyla açılan ikinci yarısı ise tam anlamıyla bir “tufan”… Full Metal Jacket bize tam olarak savaşın ne olduğunu, ne ile alakalı olduğunu ve nelerden bihaber olduğunu, savaşın tam ortasından, can evinden gösteriyor. Ama hiç savaşı göstermiyor. Film, tüm insanların içinde var olan potansiyel şiddeti ve savaşın çirkinliğini neredeyse hiç kan dökmeden (ya da en azından dökülen kanı gözümüze sokmadan) ortalığa seriveren savaş karşıtı bir manifesto gibi. Filmde gördüklerimizin hiçbiri cani değil, asıl canavarlar bu izlediklerimiz değil. Kafasında “Born to kill” yazısı ve göğsünde barış sembolü ile, kadınların ve çocukların öldürülmesine hayret ederken bir anda kendini bir kız çocuğunu öldürürken bulan Er Joker, onun yanındakiler, ya da karşısındakiler, ya da kendisine dönen kameraya mutlu bir turist edasıyla “Burada pek çok farklı kültürden asker öldürme imkânı buldum” diye demeç veren asker… Hepsi birer kahraman aslında. Asıl acımasız ve cani olanlar, pahalı takım elbiseleriyle masaların ve kürsülerin arkasına geçip barışı sağlamak için savaşın şart olduğunu ileri sürenlerden, bu saçma sapan mantığı kendi çıkarları için savunanlardan başkası değil.
Filmin bir sonu yokmuş izlenimi uyandırarak, herhangi bir yengi ya da yenilgi olmadan bitmesi de aslında Amerika’nın tarihindeki bu en anlamsız “yarım kalan savaşına” güzel bir gönderme oluyor.
In Vietnam, the wind doesn’t blow, it sucks.
Bu filmiyle “Savaşın haklı bir tarafı yoktur,” diyor Kubrick bize, “Savaşın iyi niyetlisi olmaz. Bir savaş filmi savaşı asla haklı göstermemeli, onu taçlandırmamalı, göklere çıkarmamalıdır. Bir savaş filminin yapması gereken tek şey, savaşın gerçekte ne olduğunu göstermektir.”
Full Metal Jacket, savaşın ne olduğunu gösterme görevini tam anlamıyla yerine getiren bir filmdir. Savaş, herkes için, koca bir kâbustan başka bir şey değildir.
Savaşmayın, diyor Kubrick.
Savaşırsanız, m.i.c.k.e.y.m.o.u.s.e. adlı saçma sapan bir şarkının bile hiçbir komik yanı kalmaz…
*”Ben Zencileri, Yahudileri, İtalyanları ya da züppeleri aşağılamam: Burada hepiniz aynı ölçüde değersizsiniz!”