İlk filmler her zaman risklidir. Muhammet A.B. Arslan’ın ilk filmi Kanlı Postal (2015) ile Türkiye’de değinilmesi her zaman tehlikeli olan bir konuyu ele almış olması bu riski daha da arttırıyor. Yılmaz Güney’in izinden ilerleyerek politik sinemaya yeni bir soluk kazandırma hedefinde olan yönetmen, senaryosunu da yazdığı Kanlı Postal ile 1980-84 yılları arasında Diyarbakır Cezaevinde yaşananları beyaz perdeye aktarıyor. Muhammet A.B. Arslan ile filmin yapım aşaması, Türkiye’de politik sinemanın durumu ve sonraki projeleri hakkında konuştuk.
“Bu film, özgürlüğün bedelini ödemiş insanlara adanmıştır.”
Kanlı Postal’ın yapım aşamasından ve filmin içeriğinden biraz bahsedebilir misiniz?
Yapım aşaması dört buçuk yıl kadar sürdü. Bunun aşağı yukarı yarım yılı, bilgi toplamakla geçti. Tabii bu proje çok hassas ve bıçak sırtı bir projeydi, sorumluluğu da çok ağırdı. Eğer hassas dengeler yaratamasaydık, tarih önünde hesap veremeyeceğimiz bir durum oluşabilirdi. Projeyle ilgili Diyarbakır’da avukatlarla, ailelerle ve dönemin tanığı arkadaşlarla görüştük. İrfan Babaoğlu, hikâyenin oluşturulma aşamasında bize çok büyük bir katkı sundu. O dönemi bizzat yaşadığı için, belki Sırrı Süreyya Önder’le de birlikte çalışabiliriz diye düşündük ama kendisi filmi çok sert buldu ve tabii sonra milletvekili de olunca filmin sorumluluğunu tamamen biz üstlendik. Aslında ilk olarak “Şeyh Bedrettin Destanı”nı çekecektim, Ömer Şerif’in ve Juliette Binoche’nin oynayacağı uluslararası bir proje olacaktı fakat Şeyh Bedrettin karakteriyle ilgili birtakım sorunlar yaşadığımız için o projeden vazgeçildi; bir yandan da Kanlı Postal’ın çekilmesi gerekiyordu. Böylece filmi 2012’de çekmeye başladık. O dönemde hiç maddi destek almadığımız için çok da aldatıldık, tabii bunlar ayrı bir hikâye. Ona rağmen 2012’de çektiğimiz sahneler çok iyiydi, çok duyguluydu. Karakterleri oyuncu arkadaşlar epey bir sindirmişti. Çok iyi bir motivasyonumuz vardı. Müthiş oyunlar çıkardılar, oynamaktan ziyade yaşadılar diyebilirim. İşkence sahnelerini çekmemiz gerekiyordu, bu çekimler çok zordu, işkenceler hiçbir insanın kabul edemeyeceği düzeydeydi. Tüm gerçekliğiyle yansıtmak istedik. Hepimiz zaman zaman ağladık, şahsen ben çok ağladım o dönemde. Maalesef işkence sahneleri pek istediğim gibi olmadı. Tekrar çekmek zorunda kaldık, çoğu oyuncu değişti bu dönemde, iyi arkadaşlara denk geldik, onlarla işkence sahnelerini tamamladık. Birçok sahneyi de filme katamadım, çünkü seyrederken bile insanın, insanlığın nerede olduğunu sorgulayacağı düzeyde işkenceler vardı. Hatta o dönemki mahkûmlar, ”Diyarbakır üzerine nükleer bir bomba atıldı, tüm insanlar öldü, bu cehennemde bizden başka kimse yaşamıyor artık” diyerek tanımlıyor yaşadıklarını. Sonuçta CIA işbirliğiyle yapılmış bir darbe var ve darbeciler bir işkence laboratuvarına çevirmiş Diyarbakır’ı. Benim bildiğim kadarıyla direnenlerin hepsi öldü ve sağ çıkmayı başaran iki üç kişi de o cehennemden tesadüfi olarak kurtuldu. İtaat edenler dahi çok büyük işkencelere maruz kaldı ama direnenler, orada bulunan herkese bir direniş ruhu aşıladı ve o ruh, zamanla bütün cezaevlerine yayılan bir isyan dalgasına dönüştü.
O dönemde işkenceye maruz kalmış kişilerle görüşmeler yaptınız. Bu görüşmelerde sizi en çok etkileyen şey ne oldu?
Beni en çok etkileyen şey, bir annenin tepkisi oldu. Bu insanlar yıllardır aldatılmışlar. O döneme dair belgeseller, filmler çekilmiş, röportajlar yapılmış ancak tüm bunlar yapılırken anlatılanlar tam anlamıyla yansıtılmamış. Onlar dönemin faillerinden hesap sormak isterken, hikâyeler hep cımbızlanarak anlatılmış. Ve o anne, “Sen de diğerleri gibi yapacaksan, iki elim yakandadır.” dedi. Zaten bu tepkiden sonra, çok hassas davranmaya çalıştık, çünkü yanlış bir şey yaparsam halkımın benden hesap soracağını çok iyi biliyordum. Bu halkın çocukları çok ağır bedeller ödedi. Prometheus gibi, Spartaküs gibi, Che gibi, Deniz gibi, Mahir gibi birer efsane onlar. Mazlum’un, Kawa’nın gürzü gibi cezaevi yönetimine indirdiği bir darbe vardır. Üç kibrit yakarak, Newroz’u kutluyorum diyordu. Hakeza, Ferhat ve arkadaşlarının kendilerini ateşe verirken, etleri kemiklerinden sıyrılırken, özgürlük diye haykırmaları vardır. Ölüme yatan Laz Kemal ve arkadaşlarının, Esat’a karşı verdikleri direniş olağanüstüdür. Filmimizde bunları tüm gerçekliğiyle yansıtmaya çalıştık. Halkımız da çocuklarının bu destansı öyküsüne sahip çıkacaktır. Bu film, özgürlüğün bedelini ödemiş insanlara adanmıştır.
Filminizde işkence sahnelerini olanca gerçekliğiyle yansıttığınızı söylüyorsunuz. Bu gerçekliğin seyirci üzerinde nasıl bir etki uyandıracağını düşünüyorsunuz?
Filmde işkence sahneleri çok vahşi ve rahatsız edici boyutta olduğundan, bu ağırlık seyirciyi filmden koparabilirdi. İzleyenleri filmin içinde tutabilmek adına, kurguda çok farklı bir matematik uyguladım. Sanıyorum ki, bu yöntem daha önce hiç denenmedi.
Türkiye’de 80 darbesiyle alakalı pek çok film ve dizi çekildi. Sizin filminizin farkı nedir?
Bizim filmimizde riya yok, sahtekârlık yok, ticaret yok, farkı yeterince açık değil mi? Ayrıca ben devrimci bir sinema yaptım. En büyük farkımız budur.
Yılmaz Güney sizin için çok önemli bir isim. Yılmaz Güney sinemasının kendi sinemanızla bağdaştırdığınız noktaları nelerdir?
Yılmaz Güney’in kendisidir. O benim için bir baba, bir ağabey gibiydi. Onun ruhu zaten her zaman benim yanımdaydı, hep benimle birlikteydi.
Türkiye, işkence konusunda oldukça kötü bir sicile sahip. İşkenceyle mücadele ve geçmişle yüzleşme noktasında sinemanın rolü sizce ne olmalı?
Şehre bir film gelir, her yer orman olur. Hâlen 12 Eylül anayasasıyla yönetilen bir ülkede yaşıyoruz. Bu filmin çıkışından sonraki süreçte, halklarımıza büyük bir görev düşüyor. Var oldukları her alanda, barışı, kardeşliği ve hukuku savunmaları, 12 Eylül’ün faşist anayasasını reddetmeleri gerekiyor. Çünkü bu anayasa onlara rağmen var. Bu evlatlarını kaybetmiş bir halk için bir züldür. XI. yüzyılda hâlâ böyle bir anayasanın geçerli olmasını benim aklım almıyor, bu korkunç bir şeydir. Bu kabul edilemez. Kendini sanatçı olarak görenler, adeta maymunlaşmış. Bu hâlden kurtulmalılar. İnsan olmanın erdemleri vardır, bunları tamamen unutmuşlar. Bu erdemle hareket ederek, bir karşı duruş sergilemeli sanatçılar. Devekuşu gibi kafalarını kuma gömmüş haldeler. Çünkü korkuyorlar. Korkmayın, niçin korkuyorsunuz? Korkunuzun sebebi nedir? Ticari hırslarınız mı, kaybetme duygularınız mı, yoksa servetiniz mi? Onlarla mezara gitmiyorsunuz. Tarih yazanlar sizden daha uzun yaşıyor. İşbirlikçi sanat olmaz, sanat muhaliftir. Bu ülkede sanat üretilmiyor, Ahmet Kaya’nın dediği gibi, üretme kabızlığı var. Kendini sanatçı olarak tanımlayanlar, uluslararası arenaya neyi götürmüşler ki? Filmleri kendileri yaptı, kendileri izledi. Kendi kendilerine ödül verdiler bu ülkede.
Devrimci bir sinema yaptığınız söylediniz. Sizce Türkiye’de politik sinema ne durumda?
İşte söylediğim gibi, çok berbat durumda. Yılmaz Güney’den sonra devrimci sinema hak getire. Devletten para alıp sinema yapmak gibi bir şey olabilir mi? Biz aç kaldık ama dilenmedik.
Bir sonraki projenizin Kenan Evren ile ilgili olduğunu biliyoruz. Biraz bu projeden bahsedebilir misiniz?
Doğrudur. Kenan Evren ile ilgili film çok enteresan olacak. Bütün kirli çamaşırları ortaya dökeceğim. Bunların iştirak ettikleri nükleer silah pazarlamasından tutun, uçak, helikopter ihalelerine, hatta eroin kaçakçılarıyla ortak iş tutmalarına kadar her şeyi gözler önüne sereceğim. Anlatış tarzı olarak Charlie Chaplin’in Büyük Diktatör (1940) filminin bir versiyonu olacak.
Son olarak, Türkiye dışından hayranı olduğunuz, örnek aldığınız yönetmenler kimlerdir?
Sinemayı sınıfla buluşturma ve hikâyeyi kurgulama biçimi dolayısıyla Elia Kazan benim için politik sinemanın öncüsüdür. Rıhtımlar Üzerinde (1954) ve Viva Zapata! (1952) filmlerini ilk izlediğimde benim için çok ufuk açıcı olmuştu. Marlon Brando’nun yıldızının parlamasını sağlayan karakter yaratma yeteneği çok etkileyicidir. Bunun dışında sessiz sinema aracılığıyla kapitalizme ve faşizme karşı saldırgan tutumu, Büyük Diktatör ile sesli sinemaya geçişteki cesur tavrı, Hollywood’dan aforoz edilmesine rağmen bugün bile izleyen herkeste sarsıcı bir etki yaratmayı başaran Charlie Chaplin benim kişisel idolümdür.
Hocam çok teşekkür ederiz, çok keyifli ve hararetli bir sohbet oldu.
Ben teşekkür ederim, bir sigara içelim artık yorulduk.
Deniz Berk Sayınhan