Bugünlerde en çok duyduğumuz hukuki terimlerden biri ‘adil yargılanma hakkı’. Peki ya bu hak yalnızca şimdi mi değerli? Öyle görünüyor ki insanlık var olduğundan bu yana, dönemin erki her ne ise ona karşı, adalet için savaşıyoruz. Bazan içinizi kanırtacak kadar yapılan yanlı yargılamalarla, bu kadarına da pes diyeceğiniz, adalet arayan filmlerin listesine göz atmaya ve siyah beyaz dönemde mahkeme salonlarındaki yargılamalara tanıklık etmeye ne dersiniz?
- 12 Angry Men (1957)
Bu listenin ilk sırasında yer alacak başka bir film tabii ki düşünülemezdi. Babasını öldürmekle suçlanan on sekiz yaşındaki bir çocuğun idam sandalyesine gidip gitmeyeceği aslında çok da belirsiz değildir. Jüri çoktan kararını vermiştir. Olayın üstünde uzun uzun düşünüp konuşmalarına gerek yoktur; çünkü jüri üyelerinin yetişmesi gereken çok daha önemli işleri vardır. Jüri kararını hızlıca vereceğini düşünürken tek bir jüri üyesinin çoğunluğa uymaması, karar aşamasının sabaha kadar sürmesine neden olacaktır. Henry Fonda’nın, jürinin geri kalanının fikrini değiştirmeye yönelik performansı o kadar iyidir ki bu performans oyuncuya BAFTA’da En İyi Erkek Oyuncu ödülünü getirmiştir. Film ayrıca Berlin Film Festivali’nden Altın Ayı ile dönmüştür.
- To Kill a Mockingbird (1962)
Harper Lee’ye Pulitzer ödülünü kazandıran aynı adlı romandan uyarlama olan filmde, altı yaşındaki küçük bir kız çocuğunun gözünden, babasının savunmasını üstlendiği siyahî bir adamın tecavüz davası anlatılır. Film, Gregory Peck’e verilen En İyi Erkek Oyuncu ödülü dâhil olmak üzere üç Oscar, üç de Altın Küre ödülüne değer görülmüştür. Filmde, siyahî bir adamın beyaz bir kadına tecavüz ettiği iddiası üstünden, dönemin ırkçı söylemleri eleştirilir. Gregory Peck, Tom Robinson’u savunan insani değerleri yüksek ve erdemli bir avukatı canlandırmaktadır. Bütün bir kasaba, Robinson’un bir tecavüzcü olduğuna inanmaktadır. Deliller, Robinson’un suçsuz olduğunu göstermektedir, ancak uğursuz olduğuna inanılan bülbülü öldürme işi jüriye düşecektir.
- Anatomy of a Murder (1959)
Film, bugüne kadar çekilen mahkeme salonu temalı filmlerin içinde en iyi yargılama sahnelerine sahip yapımlardan biridir. Tek eksiği, yargılamanın her safhasını en ince ayrıntısına kadar işlerken, avukatların son konuşmalarına yer vermemiştir. Bu eksiklikte, filmin yaklaşık üç saatlik bir süreye sahip olmasının payı da büyük olabilir. Birini öldüren, üstelik de bunu herkesin içinde yaptıktan sonra gidip teslim olan bir subayın serbest kalmasını kimse beklemez. Katil subayın avukatı, savunmasını bu cinayetin neden işlendiği üzerine kuracaktır. Savcılık makamının, olayın öncesini örtbas etmeye yönelik ısrarcı tavrına karşın, avukatın dönüp dolaşıp konuyu cinayetin neden işlendiğine getirmesi müvekkilini serbest bırakmaya yetecek midir? Film, birçok dalda Oscar, BAFTA ve Altın Küre’ye aday olmuş, James Stewart’a Venedik Film Festivali’nde En İyi Erkek Oyuncu ödülünü getirmiş ve müzikleri ile de üç dalda Grammy Ödülü’ne layık görülmüştür.
- The Paradine Case (1947)
Yönetmenliğini Alfred Hitchcock’un yaptığı bu Amerikan kara filminde, güzel ve gizemli bir kadın olan Maddalena Paradine, kör ve kendinden oldukça yaşlı olan kocasını öldürmekle itham edilmektedir. Bu güzel kadını savunma görevi ise dönemin Londra’sında hiç dava kaybetmemesiyle ünlenmiş Anthony Keane’ye düşecektir. Ne var ki evli olan Bay Keane dahi, diğer herkes gibi sanığın cazibesine kendini kaptırmanın önüne geçemeyecektir. Belki de Maddalena’ya karşı duyduğu katıksız aşk, onun gerçekleri görmesine engel olacak ve davayı hiç ummadığı bir seyre sürükleyecektir.
- Inherit the Wind (1960)
Adil yargılanma hakkı yalnızca üçüncü dünya ülkelerinde mi ihlâl edilir sanıyorsunuz? Hiçbir şey kolay elde edilmiyor. Filmi, “Ama nasıl olur? Yok canım bu kadar da olmaz ki!” diyerek izliyorsunuz. Biyoloji dersinde Darwin’in evrim kuramından bahseden bir öğretmen, İncil’deki yaratılış inanışına ve dolayısıyla Amerikan kanunlarına karşı geldiği için tutuklanır ve yargılanmaya başlar. Ama ne yargılama! Jüri üyeleri bir bir önce Tanrı’ya sonra iddia makamındaki savcıya bağlılık yemini ederler. Duruşma salonuna “İncil’i Oku!” pankartı altında girilir. Hükmün ne olacağı herkesin malumudur kısacası. Bize ise rüzgârın mirasını anlatan avukatın eşsiz savunmasını izlemek kalır. Filmin birçok dalda Oscar, Altın Küre ve BAFTA adaylığı bulunmaktadır. Berlin Film Festivali’nden ise En İyi Erkek Oyuncu dalında Fredric March’ye verilen Gümüş Ayı ile dönmüştür.
- Judgment at Nuremberg (1961)
Amerikan yapımı olan ve gerçek olaylardan esinlenilerek beyazperdeye uyarlanan filmin yönetmenliğini Stanley Kramer yapmıştır. Film, II. Dünya Savaşı sonrasında Almanya’nın Nuremberg kentinde görülen Nazi savaş suçları davalarını konu edinmiştir. Savaşın galibi ABD yargıçları vasıtasıyla, Hiroşima ve Nagasaki’de yaptıklarını göz ardı ederek, Nazi Almanyası’nın askeri ve idari yetkililerini yargılamak üzere Almanya’ya gider. Yargılanan tüm davalılar suçsuz olduklarını iddia ederken, yalnızca Ernst Janning mahkemenin yetkisiz olduğunu söyler. Ernst Janning’in avukatı, Naziler tarafından sergilenen vahşetin tüm Almanlara mal edilmesine karşı çıkmaktadır. Ne var ki değişen konjonktür gereği yargılayan sıfatındaki ABD, Sovyet tehlikesi nedeni ile geri adım atmış ve davaları yürüten yargıcın, davalılara sembolik cezalar vermesi yönünde yargıca baskı uygulamaya başlamıştır. Bu kez ABD’li yargıç, yargıladığı insanların pozisyonundadır ve ülkesinin çıkarı için adaletten ayrılması beklenmektedir. Film, toplamda on bir dalda Oscar’a aday gösterilmiş ve bunlardan ikisi olan En İyi Senaryo ve Maximilian Schell’e verilen En İyi Erkek Oyuncu Oscar’larının yanı sıra En İyi Yönetmen ve yine Maximilian Schell’e verilen En İyi Erkek Oyuncu dalında Altın Küre ödüllerini kucaklamıştır.
- In Cold Blood (1967)
Filmde sürekli yapılan geri dönüşlerle, aslında hırsızlık etmek için girdikleri Clutter’ların evinde dört kişiyi öldüren Smith ve Hickock’un hikâyesini görürüz. Smith ve Hickock cinayet gecesinin ardından Meksika’ya kaçmayı başarmışlardır ancak kumar tutkuları dolayısıyla bir zaman sonra Las Vegas’ta yakayı ele verecekler ve arkalarında bıraktıkları bir ayakkabı izi nedeni ile işledikleri cinayetlerle ilişkilendirileceklerdir. En başta karşılıksız çek yazma ve araba hırsızlığı gibi suçları kabul etmelerine karşın cinayetlerle kesinlikle bir ilgilerinin olmadığını iddia etseler de, sorgulamalar sırasında iki katil yavaş yavaş çözülecek ve birbirlerinin ipliğini pazara çıkaracaklardır.
- M – Eine Stadt sucht einen Mörder (1931)
Alman yönetmen Fritz Lang’ın ilk sesli filmi olan dram-gerilim türü yapım, yönetmenin en iyi işi olarak kabul edilir. Filmde, çocukları öldüren bir seri katil tüm şehre dehşet salmıştır. Şehir halkı paranoya haline bürünmüş ve katili yakalayabilmek için neredeyse herkesi linç etmeye hazır bir kitle durumuna dönüşmüştür. Halkın bu kadar yoğun tepkisi karşısında polisin bir an önce katili yakalaması gerekmektedir. Ne var ki katilin peşinde olanlar yanlıca polisler değildir. Polisin katili bulmak için başlattığı sürek avından yılmış olan yeraltı dünyası da katilin peşindedir aynı zamanda. Film, çekildiği döneme kıyasla, katili yakalamak için izlenen yöntemler açısından, son derece yüz akı bir iş sergilemektedir. Zira bugün çekilen bazı yerli yapımlarda dahi böyle zekice iz sürülememektedir. Filmin bu başarısı onu klasikler arasına sokmuştur.
- Witness for the Prosecution (1957)
Yönetmenliğini Billy Wilder’in yaptığı bu Amerikan yapımı filmde, orta yaşlı dul bir kadın evinde öldürülür. Tek şüpheli ise bir süredir arkadaşlık ettiği Leonard Vole’dir. Ancak Vole cinayet saatinde o evde olmadığını iddia etmektedir ve tek şahidi karısıdır. Savunmasını üstlenmesini istediği yılların tecrübeli avukatı Sir Wilfrid Robarts’ın ise Vole’nin karısının şahitliğine başvurmak gibi bir niyeti yoktur. Zira Vole’nin karısı, kocasının aleyhine tanıklık edeceğini açıkça belirtmiştir. İpten adam alan avukat Sir Wilfrid’in bu kez elle tutulur hiçbir dayanağı yoktur ve Vole’yi kurtarması çok zor görünmektedir. Ancak son anda ortaya çıkan bir tanık işin seyrini öyle bir değiştirecektir ki bu şaşırtıcı son karşısında filmin yapımcıları dahi filmin sonunda seyirciye, henüz filmi izlememiş kimselere sonunu söylememeleri konusunda uyarıda bulunmuştur.
- Şaka ile Karışık (1965)
Ofsayt Osman karakterinin “Bu da mı gol değil?” cümlesi ile hafızamıza kazınan Osman F. Seden filmi olmadan bu listeyi tamamlayamazdık. Film boyunca Sadri Alışık öyle güzel canlandırır ki Ofsayt Osman’ı, filmin sonunda hâkimin karşısındaki savunması ile Türk sinema tarihine geçecek türden bir performans ile kariyerini taçlandırır. Ofsayt Osman hayatı boyunca hiçbir konuda başarıya ulaşamamış bu neden ile de kendine Ofsayt Osman denen bir aylaktır. Günün birinde iki milyoner, serserilerin de içinden namuslu insanlar çıkabileceğine dair bir bahse tutuşurlar. Seçtikleri bir berduşa bir milyon liralık bir çek verecek ve bu çeki bir ay boyunca bozdurmaması konusunda onunla anlaşacaklardır. Kendilerine seçtikleri serseri tabii ki Ofsayt Osman’dır. Ofsayt Osman bir ay boyunca çeki bozdurmayacak ve meteliğine dahi dokunmayacaktır. Gelin görün ki Ofsayt Osman’ın kocaman bir yüreği vardır ve kendi için bozdurmadığı çeki, küçük bir kızın hayatını kurtarmak için bozdurmak zorunda kalacaktır. Ofsayt Osman bir ay boyunca namusun ve mertliğin kitabını yazmış; ancak çeki bozdurarak yine ofsayta düşmekten kurtulamamıştır. Çeki bozdurduğu için hâkim karşısına çıkan Ofsayt Osman insanlık tarihinin belki de en iyi savunmasını yaparak hepimizin övgüsünü almıştır.
- Awaara (1951)
Yönetmenliğini, yapımcılığını ve başrol oyunculuğunu Raj Kapoor’un üstlendiği, çekiminin üstünden altmış yıldan fazla bir zaman geçmesine karşın halen özellikle müziği ile bilinen ünlü bir Hint filmidir. Hakim Raghunath, namuslu insanların çocuklarının namuslu; hırsızların çocuklarının da hırsız olduklarına inanan bağnaz bir hakimdir. Onun bu kısır düşüncesi, babası hırsız olan masum birinin suçsuz yere hapse atılmasına neden olacak, haksızlığa uğrayan kişi olan Jagga ise hâkimin canını yakabilmek için intikam yemini eder. Jagga, hâkimin karısı olan Leela’yı kaçırır ve kadının hamile olduğunu anladığında ise onu hâkime geri gönderir. Hâkim ise artık karısına güvenmediğinden onu ve doğacak çocuğunu sokağa atar. Kocası tarafından sokağa atılan Leela çocuğunu doğurur ve çok zor koşullarda da olsa onu yetiştirmeye çalışır; ancak zavallı Raj, Jagga’nın eline düşmekten yine de kurtulamaz Jagga’nın artık tek derdi vardır, o da namuslu olduğunu düşünen hâkimin oğlunu tam bir suç makinesine dönüştürmektir. Film 1953 yılında Cannes Film Festivali’nde Büyük Ödül’e aday olmuştur. 2012 yılında ise Time dergisinin Tüm Zamanların En İyi 100 Filmi arasına girmiştir.
- Miracle on 34th Street (1947)
Listemiz mahkeme salonu temalı olabilir ancak mahkeme salonları her zaman kötü olaylara tanıklık etmiyor. Listenin son filmi oldukça eğlenceli ve tam olarak Noel ruhunu yansıtan bir yapım. Filmde Noel Baba, başına gelen olaylar neticesinde Noel Baba olduğunu kanıtlamak zorunda bırakılıyor. New York’un 34. Sokağı’nda bulunan Macy’s adlı mağaza her yıl Noel arifesinde Noel Baba ile çocukları buluşturmakta ve çocuklara oyuncak satmaktadır. Bu yılki buluşma öncesi Noel Baba’yı canlandıracak olan animatör alkolü fazla kaçırınca iş, gerçek Noel Baba’ya düşecektir. Noel Baba, gerçek kimliğini kimseden saklama gereği duymayınca kendini mahkeme salonunda bulacaktır. Bol ödüllü olan bu film, En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu dalında Noel Baba’yı canlandıran Edmund Gwenn’e Oscar ve Altın Küre ödülünü kazandırmıştır. Film bu ödüllerin yanı sıra En İyi Özgün Hikâye ve En İyi Senaryo dalında yine Oscar ve Altın Küre kazanmıştır.
Tam da bulbulu oldurmek’i okuyordum. Ve filmin aciklamasindaki resmin oldugu bolumdeydim. Cok guzel denk geldi. Bence listeyi hazirlayan ezgi ulukoca’ya tesekkurler. Belki listenin siyah beyaz ve filmlerin bu kadar eski olmasi bize sorunun ne kadar köklü oldugu kadar ayrica gunumuz icin ne kadar ilkel kaldigini da hatirlatir. En iyisi ben kitabima doneyim
Bir dönem özellikle bu tür filmlerin arayışında olan benim için çok faydalı bir liste oldu.
Tanıtım yazıları da tam kıvamında olmuş. Teşekkürler