“L’enfer, c’est les autres.”
“Cehennem başkalarıdır.”
-Jean-Paul Sartre, Çıkış Yok, 1944
Doğduğumuz günden itibaren bize hep eşsiz olduğumuz öğretilir. Öyle veya böyle parçası olduğumuz bütün sosyal çevrelerce; öğretmenlerimiz, ailemiz, arkadaşlarımız ve hatta kimi zaman devlet memurlarınca evimize yollanan bir tebligat tarafından istisnasız olarak hepimiz aynı şekilde tanımlanırız: sen sensin ve senden bir tane daha yok. Başarılarınla, başarısızlıklarınla, hatalarınla, sevinçlerinle, sapıklıklarınla ve fantezilerinle; sen yalnızca sensin. İşte bu sebepten olacak, sözlü sınavlardan yahut evimize haciz gelmesinden korkmaya o kadar alışmış olacağız ki en büyük korkumuzu yatağın altına itmişiz: kendimiz. Eşsizliğimizin ve biricikliğimizin tehdit altında olması, bir korku olarak dahi aklımızın ucundan bile geçmez. Aklımıza bizden bir tane daha olabileceği korkusunu getirdiğimiz noktada, asıl korku henüz pusuya yattığı yerden çıkmamış olacaktır. Zira bizden yalnızca bir tane daha yoktur. Bundan önce, aslında “biz” diye bir şey yoktur.
Denis Villeneuve’ün yönettiği ve José Saramago’nun Kopyalanmış Adam adlı romanından uyarlanan Enemy (2013)’de kafamızı kaldırdığımız zaman gökyüzünün bu korku ile kaplanmış olduğunu görürüz. Adam ise bu göğün altında yaşamını sürdüren ve şehir hayatının gerektirdiği her şeyi eksiksiz ve numarasız bir şekilde yerine getiren ortalama bir vatandaştır. Adam ile ilk karşılaştığımız andan itibaren, izleyici olarak kendimizi olduğumuzdan daha bile özel hissetmeye başlarız. Adam zamanın akmasına karşın, sürekli aynı günü yaşıyor gibidir. Herhangi bir kişiliği bulunmayan, ışık görmeyen ve minimum düzeyde mobilya içeren dairesinde uyanır, politika üzerine bir ders vermek üzere üniversiteye gider, öğrenci kağıtlarını değerlendirmek üzere eve gelir, aralarında fazla bir duygusal bağ bulunmayan kız arkadaşıyla sevişir, uyur, kalkar ve tekrarlar. Adam öyle sıradan sunulur ki, kendimizi sanki biz onun kadar sıradan ve sıkıcı değilmişiz gibi hissederiz. Halbuki durup düşündüğümüz zaman, biz Adam’dan farklı olarak ne yapıyoruz? Aynı evde uyanmıyor muyuz? Hayatımızı idame ettirdiğimiz monoton bir işimiz yok mu? Birileriyle sevişmiyor muyuz? Uyumuyor ya da uyanmıyor muyuz? Adam bizim kendimize yakıştıramayacağımız kadar tekdüze bir hayat sürer. Ancak yüzleşmemiz gereken birinci gerçek ne bizim Adam’dan ne de Adam’ın bizden üstün ve farklı olmadığıdır.
Ders vermek üzere gittiği üniversitede Adam, totaliter rejimlerden ve bu rejimlerin kontrol mekanizmalarından bahseder. Her ders anlatmaya gittiği gün ise, birebir aynı dersi anlatır. Kurduğu cümleler şu şekildedir:
“Kontrol. Her şey kontrol ile alakalı. Her diktatörlüğün tek bir takıntısı vardır ve o da budur. Antik Roma’da insanlara ekmek ve sirk verdiler. Nüfusu eğlendirerek meşgul ettiler ancak başka diktatörlükler düşünceleri ve bilgiyi kontrol etmek için başka stratejiler geliştirdiler. Bunu nasıl yaptılar? Eğitimi niteliksizleştirme, kültürü sınırlama ve bilgiyi sansürleme ile. Özgün ve bireysel ifadenin her türlüsünü sansürlediler ve unutulmamalıdır ki bu bir örüntüdür. Tarih boyunca tekerrür eder.”
Adam bu konuşmasında sanki içini döküyor gibidir. Bahsettiği kontrol mekanizmaları ve totaliter rejim sanki üstünde müthiş bir baskı kurmuş da sonunda dayanamayıp patlak vermiş ve bu cümleler ağzından dökülüvermiş gibidir. Bir noktaya kadar; bu doğrudur. Adam tam olarak da bu kontrol mekanizmalarının kıskacında yaşamaktadır. Bireye özgü ifadenin olmadığı hayatına tanık olduğumuz Adam, totaliter rejim altında rejimin farkında olmaksızın yaşamanın timsalidir. İronik olan, Adam’ın her gün bu cümleleri kurmasına karşın, kendi hayatı ile anlattıklarını ilişkilendiremiyor ve sıkışıp kaldığı kontrol ağlarından bir türlü kurtulamıyor oluşudur. Ancak Adam’i suçlayamayız. Kendi ayağımızdaki kilitli prangaların kaçımız farkındayız? Farkında olsak dahi, kaçımızın elinde anahtarlar var? Film boyunca görüp durduğumuz, gittikçe de boyutu artan tarantula da bu totaliter rejimin sembollerinden biridir. Tepemizde gezdiği ve bizi kontrol ettiği yetmezmiş gibi, ördüğü ağlar ile de bizi tutsağı ve avı yapar. Ancak rejim bütün dehşetini yalnızca örümcek ile hissettirmez.
Bir gün bir film izlediği esnada Adam ekranda Anthony ile karşılaşır. Hayatı altüst olmuştur çünkü Anthony odur. Birebir aynısıdır. Adam’ın Anthony ile ilk karşılaşmasının bir ekran aracılığı ile olması da manidardır çünkü izleyici olarak biz de ekran karşısındayızdır. Kendi kopyamız ile karşılaşmayacağımızın garantisi yoktur. Bu karşılaşma sonrasında Adam artık o gördüğümüz monoton düzenine devam etmez, çünkü edemez. Anthony’i bulmalı ve kim olduğunu öğrenmelidir. Adam, Anthony’i kendi varlığına bir tehdit olarak görmez çünkü kendi bile varlığını tescilleyebilmiş değildir. Anthony, Adam için hayatına anlam katabilecek biridir. Öğreniriz ki, Adam’ın heyecansız hayatına heyecan getiren Anthony, Adam’da olmayan her şeye sahip olan bir adamdır. Anthony’nin yaşamaktan memnuniyet duyduğu bir hayatı, hamile bir karısı, lüks bir dairesi ve bir motoru vardır. Anthony’nin Adam’a hatırlattığı kendi hayatının nasıl kendinin aynı görünen birinin sahip olduğu her şeyden yoksun olduğudur. Ancak bu duygu Anthony için geçerli değildir. Anthony için Adam, belki de onun başına gelebilecek en kötü şeydir. Kendisinin birebir aynısı olduğu için, sahip olduğu her şeyi bir çırpıda elinden alabilecek tek kişi odur. Adam ile Anthony arasındaki güç dengesi, iktidar ve toplum arasındaki ilişkinin birebir aynısıdır. Toplum iktidarı kursa da, en sonunda iktidar tarafından domine edilip yönlendirilecek konuma gelir. Nitekim iktidarı devirebilecek tek güç de toplumdur. Anthony de, kendisi için tehdit oluşturan Adam’ı aynı iktidar gibi kontrol altına almaya karar verir.
Anthony gücü eline aldıktan sonra hayatta neredeyse hiçbir şeye sahip olmayan Adam’ın zar zor görüştüğü kız arkadaşını elinden almak ister. Anthony, bir erkek olarak da Adam’ın sahip olmadığı romantizme ve cinsel güce sahiptir. Erkekliğin en güzide güç simgelerinden olan seksi de yöneten Anthony’dir. Adam bütün güçsüzlüğü ve kontrolsüzlüğüyle bir köşeye atılmıştır ve Anthony, Adam’ın kız arkadaşını romantik bir akşam yemeğine çıkarıp onu cinsel zevkin doruklarına ulaştırmıştır. İşte tam bu noktada, kontrol araçlarına sahip olan Anthony’nin de zayıflığını ve kırılganlığını görürüz. Onun Adam’a yaptığını Adam’ın ona yapamaması için hiçbir sebep yoktur; onlar aynı kişilerdir. Bütün kontrolü eline aldığını sanan totatiler rejim, aslında kendisinin de sosyal bir yapı olduğunu ve toplum düzenine tabii olduğunu bütünüyle unutur. Adam, Anthony’nin ona yaptığının aynısını ve hatta daha kötüsünü yapar: Anthony’nin evine gidip karısı ile birlikte olur, onun kıyafetlerini giyer ve bir anda onun gibi yaşama fikrine kendini ikna eder. Anthony’nin hayatı, Adam’ın derin arzularının vücut bulmuş hâlidir. Adam’ın bu uykudan uyandırılması ise uzun sürmeyecektir.
Filmin sonuna geldiğimiz zaman, filmin rahatsız, tedirgin ve huzursuz atmosferi tavan yapar ve film boyunca ara ara gördüğümüz devasa tarantula birden Anthony’nin karısının yatak odasında Adam’ın karşısına çıkar ve film orada öylece biter. İşte bu, Adam’ın uykudan uyandırılma anıdır. Adam kadar, bizim de. Alt ettiğine inandığı iktidar, bütün devasalığı, iğrençliği, tüyleri ve bacaklarıyla orada karşısında bütün hiddetiyle durmaktadır. Enemy (2013), bu totaliter rejim ve onun kontrol mekanizmaları altında habersizce yaşamanın bizi nasıl kendimizi kopyalamaya, ifadelerimizi ve düşüncelerimizi başka bizlere hapsetmeye ittiği hakkında bir filmdir. Bize ait olan fikirler rejim tarafından öyle kuvvetli sansürlenmiştir ki, tıpkımız olan birine o fikirleri yüklediğimizde ve o tıpkı karşımıza çıktığı anda dünyamız başımıza yıkılır. Bu rejimin ne kadar güçlü olduğunun bir göstergesidir. Kendi düşüncelerimiz ile bile yüzleşmeye ve onları sahiplenmeye korkar hâle geldiğimizin farkına varırız. Arzularımızı sahiplenmeden, onları sahte bir şekilde yaşamaya kalktığımız noktada ise bilincimizden doğru fırlayan iktidar gücünün bizi gerçekliğe geri getirmesi kaçınılmazdır. Adam’ın Anthony’i kurduğu gibi, biz de bütün yaratıcılığımızı ve ifade özgürlüğümüzü bizden dışarı yapılarda tehdite açık, kontrol mekanizmalarının beşiğinde sergiliyoruz.
Dilerim ki bir gün içimizdeki diktatörleri, onlar bizi alt etmeden alt edebiliriz.