2023 pandemiden beri tam olarak silkinip kendine gelemeyen sinemanın tekrar canlandığı, sinemaseverlerin en iyileri seçmekte zorlandığı, ölü sezonunun kalbinin gerçek anlamda yeniden atmaya başladığı, filmlerden filmlere, tartışmalardan tartışmalara koştuğu bir yıldı. Yerli sinemamızın iki önemli isminin yıla damga vuracak filmlere imza atmaları bir yana, yıllara yayılan ama hep sakin bir yerde süren tartışmalarının alevlenmesi bizim için yılın en önemli olaylarından biriydi elbette. Fakat ülkemiz dışında da her şey fazlasıyla hızlı ve hareketliydi. Ağustos ayının sürprizi Barbie (2023) ve Oppenheimer (2023) filmlerinin gişe canavarı olarak yıla damga vurması, senaryo ve oyuncular birliğinin uzun bir sürece yayılan grevleri, büyük usta Martin Scorsese’nin yine bir başyapıt ile perdede boy göstermesi ve aldığı ödüllerle festivallere damga vuran birbirinden muhteşem filmlerin varlık göstermesi… 2023, tam anlamıyla sinema dünyasının baş döndürdüğü bir yıldı.
Yeni yıl nasıl cevherlerle gelir şu an hiçbir fikrim yok ama benim için geçtiğimiz yıl üzerine liste yapmaktan büyük bir zevk aldığım, sinema adına şahane bir yıldı. Bu muazzam yapımlarla buluştuğumuz yıl içerisinde etkisinden çıkamayıp üzerine sürekli düşündüğüm, aklımı başımdan alan ilk on filmi orijinal isimlerine bağlı kalarak sıraladım. Zira böylesine sevdiğim filmler arasında sıralama yapmak benim için hayli zor bir iş. Bu nedenle evladım gibi sevdiğim bu filmleri birbirinden ayırmadan sizlerle paylaşmaktan büyük zevk duyuyorum. İşte 2023 yılının benim açımdan enleri:
All of Us Strangers (Yön. Andrew Haigh, 2023)
Taichi Yamada’nın Strangers isimli romanından uyarlanan All of Us Strangers (2023), Weekend (2021), 45 Years (2015), Lean on Pete (2017) filmleriyle tanıdığımız Andrew Haigh’in son şahanesi. Şimdiden ödül sezonuna damga vuran film, Filmekimi kapsamında ülkemiz sinemaseverleriyle oldukça duygusal bir buluşma gerçekleştirmişti. Haigh, her filminde olduğu gibi yine seyircide derin yaralar, uzun sorgulamalar, büyük özdeşlikler yaratacak bir filmle hayranlarını buluşturuyor. Öyle ki film, daha ilk sahnesinden seyircisini o üzgün, yalnız, keşkelerle, pişmanlıklarla, özlemle dolu dünyasının içine atıyor. Andrew Scott’ın hayat verdiği Adam karakteri, adeta dünyada yapayalnız kalmış bir durumda. Tüm filmi Adam’ın perspektifinden izlediğimiz için onun dünyayı algılayışının ötesine geçemiyoruz. Bir süre sonra yaşadığı koca gri gökdelende ona eşlik eden komşusu (Paul Mescal’in canlandırdığı Harry) ve tesadüfen karşısına çıkan yıllar evvel bir trafik kazasında kaybettiği anne ve babası ile vakit geçirmeye başlıyor.
Adam, gerçek ile hayal arasında gidip gelen hayatında kendini iyileştirmeye, yüzleşemediği gerçeklerle yüzleşmeye, doyamadığı ebeveynleriyle elinden geldiğince zaman geçirmeye, yönelimi, kimliği, benliğiyle barışmaya çalışır. Ailesi hayattayken paylaşma fırsatı bulamadığı cinsel yönelimini paylaştığı sahneden tut da her bir ânı asla bağırmayan, gereksiz hiçbir hamleye, abartıya yeltenmeyen bir film All of Us Strangers. Her şeyiyle sade, sakin, olgun ve yürekte derin bir sızı bırakacak cinsten. Haigh, filmin hiçbir ânında duygu sömürüsü yapmadan, gereksiz hiçbir ağdalı söylemde bulunmadan seyirciyi bu kadar çok etkilemeyi başaran ender yönetmenlerden biri kesinlikle. Benim ise Weekend ile gönlümün orta yerine taht kuran en saygı duyduğum isimlerden biri. Clarie Foy ve Jamie Bell’in şahane oyunculuklarının da unutulmaması gereken film, her ne kadar yakın zamanda açıklanan Altın Küre adaylıklarında pek varlık gösteremese de Britanya Bağımsız Film Ödülleri (BIFA)’da En İyi Yönetmen ve En İyi Senaryo, En İyi Yardımcı Oyuncu ile birlikte Sinematografi, Kurgu ve Müzik Yönetimi olmak üzere toplamda 7 ödül almış oldu.
Anatomie d’une chute / Anatomy of a Fall / Bir Düşüşün Anatomisi (Yön. Justine Triet, 2023)
Prömiyerini yaptığı Cannes Film Festivali’nden Altın Palmiye almasının ardından ödül yolculuğuna adeta soluksuz bir şekilde devam eden Bir Düşüşün Anatomisi (2023), sanırım Fransa tarafından Oscar adayı olarak seçilmemesinin dışında hiç boş geçmedi. Neredeyse aday gösterildiği tüm festivallerde başrol oyuncusu Sandra Hüller ve yönetmen Justine Triet’e ödül kazandıran filmin en önemli meziyeti, hiç kuşkusuz nakış gibi ilmik ilmik işlenmiş, asla tek bir satır boşluk bırakmayan senaryosu.
Bir Düşüşün Anatomisi, bir dağ evinde, gözlerden uzak yaşayan üç kişilik bir aileye odaklanmaktadır. Yazar olan anne ve babaya dört yaşında geçirdiği kazadan ötürü gözleri görmeyen on bir yaşındaki erkek çocuk eşlik ediyor. Fakat hikâyenin hemen başında babanın evin çatı katından düşüp ölmesiyle film, bir cinayet soruşturmasına dönüşüyor. Zira bu ölümün intihar mı, kaza mı yoksa cinayet mi olduğu asla bilinemiyor. Büyük bir kısmı mahkeme salonunda geçen filmin sinema tarihinin başından bu yana defalarca farklı versiyonunu izlediğimiz mahkeme filmlerinden biri olmadığını söylemek gerek. Öncelikle film, her ne kadar Samuel’in ölümünün ardındaki sır perdesini aralamaya çalışıyor gibi gözükse de aslında daha çok bir ailenin anatomisine odaklanıyor.
Sanık sandalyesine oturtulan Sandra’nın filmin finaline kadar gri alandan çıkamadığı filmde seyirci olarak özdeşim kurabileceğimiz kimseyi bulamıyoruz. Zira Sandra, tüm film boyunca siyah-beyaz alanda mekik dokur. Bu oradan oraya özel hayatı didik didik edilerek savrulan kadın karakter; biseksüel olmasıyla, işine odaklanan bir anne olmasıyla ve daha birçok nedenden dolayı yargılanıyor. Eril bakış açısının temsili konumundaki savcı tarafından her an güçlü ve cinsel yönelimini özgürce yaşayan bir kadın olduğu için yargılanan Sandra’nın işi o kadar zor ki onunla en çok yakınlık kuran seyircinin bile mahkemedeki jüri ve yargıç kadar kafası karışıyor. Tüm bu matematiğin yanında asla soruların tam olarak cevaplanmadığı, seyircinin katarsis yaşayıp rahatlamasının aksine büyük sorgulamaların içine sürüklendiği filmin tartışmasız en büyük meziyetlerinden biri de oyunculukları ve tüm sürece eşlik eden muazzam tınıları oluyor.
Filmin detaylı eleştiri-izlenim yazısına buradan ulaşabilirsiniz.
Das Lehrerzimmer / The Teachers’ Lounge / Öğretmenler Odası (Yön. İlker Çatak, 2023)
Bu yıl Berlin Film Festivali Panorama bölümünde prömiyerini yapan, Berlinale ve Alman Film Ödülleri’nin de dahil olduğu çeşitli sinema organizasyonlarından ödülleri toplayan Öğretmenler Odası (2023), yolculuğuna bu yıl Almanya’nın uluslararası film dalında Oscar aday adayı olarak devam ediyor.
Almanya doğumlu, Türk asıllı yönetmen İlker Çatak; yıllardır sinemada farklı bakış açılarıyla irdelenen bir meseleyi bir kez daha ele alıyor. Okul, sınıf, öğretmen, öğrenci, veli… Etik değerlerin, genel geçer ahlak kurallarının, öğretmenlik mesleğinin sınırlarının, profesyonelliğin ve daha nice göklerden gelen bir emirmişçesine basma kalıp bir şekilde sahiplenilen değer yargılarının tartışmaya açıldığı filmde Çatak, seyirciye hazmı zor bir deneyim vadediyor. Zira seyirciye en başta başkarakter Carla Nowak olmak üzere film boyunca kusursuz bir karakter sunarak her daim tutunabileceği bir dal vermiyor. Seyircinin adeta mahkeme salonundaki halk jürisi gibi konumlandırıldığı filmde en nihayetinde akıl çerçevesinde yapılan tüm muhakemelerin sonu toplumsal meselelere dayanıyor.
Filmin senaryosunu Johannes Duncher ile birlikte yazan Çatak, Almanya’da bir okula matematik öğretmeni olarak atanan Carla Nowak’ın bir yandan okul sistemine, bir yandan meslektaşlarına, bir yandan da velilere karşı verdiği mücadeleyi perdeye taşıyor. Zira Nowak’ın en önemli değeri öğrencileridir. Ne yazık ki Nowak, okulda yaşanılan bir hırsızlık nedeniyle idarenin yaptığı soruşturmanın öğrencilerine zarar verdiğini düşündüğü için kendince çözümler aramak zorunda kalıyor. Zira alternatif çözüm yollarına başvurmazsa ırkçılık başta olmak üzere birçok sebepten ötürü olaylar amacı dışında noktalara sapma tehlikesi taşıyor. Nowak’ın bu çözümleri ise daha başka sorunları doğuruyor. Ve işler içinden çıkılmaz bir hâl alıyor. Öğretmenler Odası’nı bugüne kadar meselesini öğretmen-veli-idare-öğrenci ilişkisi çevresinde kuran birçok filmden farklılaştıran yanları var. Zira film okul ortamını toplumun içine düştüğü durumu aynalayan bir mikro alan olarak kullanıyor. Üstelik Çatak; tüm film boyunca mücadelesine eşlik edilecek, takipçisi olunacak olan Nowak’ı katarsis yaşanacak bir karakter olarak kurmuyor. Nowak, asla siyahın karşısında bir beyaz değil, doğrusu ve yanlışıyla gri bir karakter. Nowak, çürümüş bir toplumda beyaz olarak kalmanın mümkün olmadığının bir örneği adeta.
Inshallah Walad / Inshallah a Boy / İnşallah Erkek Olur (Yön. Amjad Al Rasheed, 2023)
Her ne kadar Orta Doğu sineması denilince genelde aklımıza İran sineması gelse de aslında tüm bölge ilginç yaşanmışlıkların, baskıların, savaşların, eşitsizliğin, devrimlerin toprağı olduğu için konu sıkıntısı yaşamayan, oldukça yetenekli yönetmenlerin, yazarların, sanatçıların olduğu bir coğrafyadır. Fakat ne yazık ki bu ülkelerde yaşayanları filme çekmek için gerekli bütçeyi sağlayamamaları onları bu sektörde geri planda bırakmaktadır. Zira hükümetlerin de sinema sanatını desteklememesi veya yönetmen ve yapımcıların yasak ve sansürü aşıp diledikleri filmi yapmaları hayli zordur. Neyse ki zaman zaman her şeye rağmen tüm bu zorlu bariyerleri aşıp da harika işlerle buluştuğumuz da oluyor. Bu yıl Ürdün sinemasından çıkan İnşallah Erkek Olur (2023), her alamda çıtayı yukarı taşıyan bir iş olmuş.
İnşallah Erkek Olur, eşiyle ikinci çocuk (erkek) yapmaya çalışan bir kadının, eşini aniden kaybetmesi sonucu küçük kız çocuğu ile bir başına kalmasıyla başlıyor. Nawal, Ürdün gibi bir yandan cumhuriyetin hukuk kuralları bir yandan şeriatın örfi kuralları arasında sıkışıp kalmış bir ülkenin kurtlar sofrasında hayatta kalma mücadelesi verir. Zira her şey ona karşıdır. Çünkü bir erkek çocuğu yoktur. Bu nedenle de hiçbir şeyde hak sahibi olamaz. Nawal, kızının velayeti için, evi için, arabası için son tahlilde insanca yaşayabilmek için etrafına etten duvar örmüş patriyarkal sisteme karşı kafa tutar. Nawal, kurt sürüsüne diklenen kuzu gibidir. Öyle ki Nawal’ın erkek kardeşi bile kız kardeşine destek oluyormuş gibi gözükse de o eril bakış ile şekillenmiş kafa yapısının gölgesinden kurtulup asla kız kardeşine gereken manevi desteği sunamaz.
Bir yandan Müslüman kesimde durum böyleyken Ürdün’de azınlık halde bulunan Hristiyanlarda da durum farklı değildir. Nawal’ın çalıştığı Hristiyan evindeki kadına bakış açısının da oldukça benzer olması, kraldan çok kralcı olan eril gücün birer nişanesi kadınların varlığı, seyircinin tanık olduklarının adeta tuzu biberi olur. Ama en çarpıcı olanı; bir Müslüman alt sınıfa dahil kadın ile Hristiyan üst sınıfının üyesi bir kadının benzer noktalardan yaralanması ve bu iki kadının birbirlerinin yarasını sarma mücadelesidir. Bu mücadele, kız kardeşliğin sınıflar, dinler, mezhepler üstü olduğunun en güzel kanıtıdır. Velhasıl kelam, Nawal’ın bu oldukça gerçekçi, iç burkan, öfke krizlerini tetikleyen hikâyesini ona hayran kalmadan takip etmek mümkün değil.
Kuru Otlar Üstüne (Yön. Nuri Bilge Ceylan, 2023)
Ülke insanının davranışlarını en iyi gözlemleyip perdeye aktaran Nuri Bilge Ceylan, son filmi Kuru Otlar Üstüne‘de (2023) yine seyirciyi taşraya götürüyor. Bu kez Ege ya da İç Anadolu değil Doğu Anadolu’nun bir kasabasına gidiyoruz. Erzurum’un yerel halkın deyimiyle sadece kış ve yaz olmak üzere iki mevsimin yaşandığı bir kasabadayız. Henüz meslekte dördüncü yılında olmasına rağmen resme olan tutkusunu bile kaybetmiş bir resim öğretmeni Samet odaktaki karakterdir. Ceylan’ın tüm filmografisinde farklı isimlerle ve mesleklerle karşımıza çıkan bencil, duyarsız, umursamaz, bağlanmaz bir erkek Samet. Ve Samet’e projeksiyon tutacak farklı yaşlardaki iki kadın; Nuray ve Sevim…
Gencecik kıpır kıpır, hayat dolu, yüzünden gülücük eksik olmayan bir kadın olan Sevim de kısacık yaşamında çok ağır şeyler yaşamış, çok yorulmuş bir kadın olan Nuray da farklı şekillerde Samet’i etkiliyor. Ceylan’ın filmografisi boyunca karşımıza çıkan çok önemli ressamların eserlerini andıran karelerden öte Kuru Otlar Üstüne‘de fotoğraf karelerini ilk kez bu kadar yoğun ve net bir şekilde görüyoruz. Ceylan, adeta kendi filminin içinde ara ara deklanşöre basarak bir diğer sanatını icra ediyor. Ve bu anların ardından da muhtemelen daha önce kendisinin çektiği fotoğrafları filmin içine yerleştiriyor. Müziğin çok az duyulduğu, bol bol fotoğraf karelerinin kendini gösterdiği filmin en büyük sürprizi ise seyircinin kendini kaptırıp katarsis yaşama ihtimali olan tek sahnede de radikal bir tercih yaparak tam anlamıyla bir yabancılaşma yaşatması oluyor. Kısacık bir sohbete sığmayacak kadar akılları baştan alacak olan Kuru Otlar Üstüne, seyircinin sırtına ağır bir yük ve derin bir sorgulama bırakarak final yapıyor.
Ceylanlar, metinsel anlamda her bir cümlesi ayrı önemli, ilmek ilmek işlenmiş bir filme imza atıyorlar. Fakat filmin bir o kadar önemli olmasının sebebi de Ceylan’ın biçim anlamındaki denemeleridir. Ceylan, imzası niteliğindeki biçimsel alışkanlıklarından ziyade bu filminde iki yenilikçi hamlesi ile ön plana çıkar. Ceylan’ın tüm filmografisi boyunca sinemada gösterdiği biçimsel alışkanlıkları adeta yavrulamış ve boynuz kulağı geçmiştir. Ceylan, filmin ana aksını Samet üzerinden kursa dahi filmdeki Sevim ile Nuray’ın evrende kapladıkları alanı anlamaları için verdikleri çaba, her şeyin önüne geçmektedir. Samet’in filmde deklanşöre bastığı anlar Ceylan’ın filmin setinde çektiği şahane fotoğraflara bağlansa da Samet’in Brechtyen bir etkiyle film evreninden çıkarak seyirciyi kendini kaptırdığı hikâyeden kopartmasıyla seyirciye yön veren karakter olarak bir adım öne çıksa da Kuru Otlar Üstüne, daha çok gizli kahramanlarıyla; kadınlarıyla kendini var eden bir yapımdır. Üstelik bu yapım, Sevim ve Nuray dahil birçok kadının hayatta kapladıkları alanın hiç de azımsanmayacak olduğunun da bir ispatıdır.
Filmin detaylı analizine buradan ulaşabilirsiniz.
Poor Things / Zavallılar (Yön. Yorgos Lanthimos, 2023)
Yunan Yeni Dalgası’nın en önemli isimlerinden biri olan Yorgos Lanthimos’un son filmi Zavallılar (2023), prömiyerini yaptığı Venedik Film Festivali’nin En İyi Film ödülü olan Altın Aslan’ın sahibi oldu. Alasdair Gray’in Zavallılar isimli romanından uyarlanan film, Mary Shelley’in Frankenstein’ının (Frankenstein ya da Modern Prometheus) feminist bir yeniden okuması adeta. En önemlisi ise yaratıcı olan Dr. Godwin Baxter, Bella Baxter ismini verdiği eserini Frankenstein’in aksine hem çok seviyor hem de onunla asla bir efendi-köle ilişkisi kurmuyor. Bella Baxter; özgürce kararlarını verebilen, istediği zaman evden ayrılıp dünyayı keşfetmeye çıkan, seksi dilediği gibi yaşayan bir kadın. Bella, patriyarkal düzen tarafından belli kodlarla inşa edilen dünyayı tam tersi bir yerden, sezgileriyle anlayıp özümsemeyi tercih ediyor. Lanthimos, Alis’in (Alis Harikalar Diyarında) çıktığı büyüme yolculuğunun feminist bir alternatifinin olabileceğinin kanlı-canlı bir örneğini sunuyor.
Zavallılar; yaratılan en etkileyici ve renkli steampunk evreni, tüm bu evrene eşlik eden balık gözü lensin baş döndürücü hissiyatı, Tony McNamara’nın Gray’in feminist dünyasına eşlik eden güçlü kalemi, siyah-beyaz ile renkli dünyasının hassas geçirgenliği, büyüleyici müzikleri, şahane oyunculukları ve daha nice ustalıklı yönüyle adeta parıl parıl parlayan bir film.
Past Lives / Başka Bir Hayatta (Yön. Celine Song, 2023)
Film, Uzak Doğulu bir kadın ve erkek ile bir de beyaz erkeğin bir barda oturup sohbet ettikleri sahne ile başlar. Onlar hakkında varsayımlarda bulunan bir başka çiftin gözünden izlediğimiz bu sahnede tıpkı o diğer müşteriler gibi biz seyirciler de büyük bir merakla kim olduklarını ve ne konuştuklarını merak ederiz. Celine Song, prolog sahnesinden itibaren döngü tekrar tamamlana değin sakince anlatacağı hikâyeye karşı seyircinin ilgisini cezbeder.
Başka Bir Hayatta (2023), temelini bir Uzak Doğu inanışı In Yun’a dayamakla kalmıyor aynı zamanda bizdeki kader inanışı ile az çok örtüştürebileceğimiz bu farazi kavramı seyircinin beklentisini ters köşe yapmak için kullanıyor. Nora (Greta Lee) ile Hae Sung arasında beklenen büyük kavuşma ise asla olmuyor. Seyircinin beklediği katarsis gerçekleşmiyor. Zira Nora; güçlü, binbir emekle inşa ettiği kariyerini sürdürmeye kararlı, her zaman mantıklı hamleler yapan, kendi açısından ne doğruysa onu yapan biridir. Ki ailesi Toronto’ya taşınma kararı aldığında arkadaşlarına neden gittiği sorulduğunda “Çünkü Kore’de Nobel alamazsın!” cevabını veriyor. Zira Nora yazar olmak istiyor. Bu ideali hedefinde ne 12 yaşında He Son’un buna engel olmasına ne 24 yaşında bilgisayar ekranında büyük bir zamanını ve enerjisini almasına ne de 36 yaşında tam da istediği hayatı neredeyse inşa ettiğinde bunun yıkılmasına izin veriyor.
Başka Bir Hayatta, hikâyesini oldukça sakin ve gerçekçi bir yerden aktaran ender filmlerden biri. Uzak Doğu göçmenliği ile ilgili bugüne kadar yapılmış en yenilikçi işlerden. Zira Nora’nın He Son’a olan bağlılığı aslında bir nevi Kore’ye olan bağlılığıdır. Nora, her ne kadar 24 yıldır Kore’ye adım atmamış olsa da hâlâ rüyalarını Korece görmekte ve hâlâ doğduğu topraklara hiç gitmese de ve hiç gitmeyecek olsa da özlem duymaktadır. Tıpkı He Son ile hiçbir zaman bir ilişkileri olmasa da ve olmayacak olsa da ona olan özlemi ve arzusunu inkâr edemeyeceğimiz gibi.
Roter Himmel / Afire / Kızıl Gökyüzü (Yön. Christian Petzold, 2023)
Avrupa sinemasının en önemli isimlerinden biri olarak anılmayı fazlasıyla hak eden Christian Petzold, Undine’den (2020) sonra doğal elementler üçlemesini ikinci ayağı olan Kızıl Gökyüzü (2023) ile karşımızda. Petzold, hikâyesini Baltık Denizi’nin kıyısındaki bir sahil kasabasına kuruyor. Telefonun bile çekmediği, her şeyden ve herkesten uzakta sıradan bir sahil kasabasında çatısının akmaya başladığı bir mesire evindeyizdir. Evin sahibinin oğlu Felix, Felix’in arkadaşı Leon, Felix’in annesinin bir arkadaşının yeğeni Najda ve sahil kasabasında mevsimlik olarak çalışan David ile Leon’un editörü Helmut…
Bu beş karakterin yolu aynı evin içinde bir şekilde buluşur. Güzel sanatlar eğitimi için portfolyosunu hazırlayan Felix’in hayatı her ânıyla yaşama isteği, ikinci kitabını yazmaya çalışan Leon’un sürekli kibrinden bir türlü sıyrılamadığı için hep yalnız kalışı, edebiyat alanında doktora yapmak için burs beklerken dondurma satarak geçimini sağlamaya çalışan oldukça alçak gönüllü ve hayat dolu aynı zamanda da arzu nesnesi Najda, karakterleriyle ön plana çıkıyorlar. Tüm bu ilişkiler ağının içinde yaşanan aşk, cinsellik, çekişme, kıskançlık gibi duygular tüm ağlarını örerken dış dünyada olanlar her an bir tehdit gibi kendini hissettiriyor. Çok yakında başlayan ve günlerdir söndürülemeyen orman yangını, gökyüzünü kızıla boyamasıyla önce büyüleyici sonrasında ise tüm yakıcılığıyla bu topluluğu sarsıyor. Fakat yangın fiziksel anlamda tam olarak onları etkilemedikçe tüm karakterlerin kendi meseleleri ile hemhâl olması tüm insanlığa da bir gönderme içeriyor.
The Killer of the Flower Moon / Dolunay Katilleri (Yön. Martin Scorsese, 2023)
Amerikalı gazeteci David Grann’in kurgusal olmayan kitabı Killers of the Flower Moon: The Osage Murders and the Birth of the FBI / Dolunay Katilleri: Osage Cinayetleri ve FBI’ın Doğuşu, ABD’de içki yasağının en yoğun yaşandığı yıllarda vuku bulan çok daha vahim gerçekleri kayıt altına almıştır. Kitap; yaşadıkları habitatlarından çorak toprakların hüküm sürdüğü Pawhuska bölgesine sürülen yerli halkın burada petrol bulması sonucu zenginleşmesi ve bu zenginliğin kokusunu alan beyaz adamın haince planını anlatıyor. Bu korkunç plan, Osage’de yaşayan birçok Amerikan yerlisinin katledilmesine, bir nevi buradaki yerlilerin soykırıma uğramasına sebep olmuştur. Tüm bunlara oldukça objektif ve etkili bir şekilde kitabında yer veren Grann’in başarısı; Martin Scorsese’nin Dolunay Katilleri (2023), isimli son yapımını çekmesine ilham olmuştur.
Film, tam anlamıyla Grann’in kitabında ele aldığı gerçeklerden ibarettir: Osage’deki paranın kokusunu alarak bölgeye yerleşen ve sığır yetiştiriciliği yapan William Hale (Robert De Niro), askerden yeni dönmüş, deli dolu yeğeni Ernest Burkhart’ın (Leonardo DiCaprio) yardımıyla seri cinayetlerin fitilini ateşler. Hale’in yönlendirmesi sonucu birçok cinayet ardı ardına gerçekleşir. Enteresan şekilde, tıpkı Adolf Hitler gibi William Hale da sadece emri veren konumundadır. Suya sabuna dokunmadan krallıklarını inşa eden bu liderler, işlerini onların emirlerini sorgusuz sualsiz, adeta göklerden gelen bir komutmuşcasına uygulayan emir erleri ile halletmektedirler.
Hannah Arendt’in Kötülüğün Sıradanlığı eserinde bahsettiği şeyleri Dolunay Katilleri’ni izlerken tekrar anmamak mümkün değildir. Nazi soykırımını gerçekleştiren komutanların aslında kötü olmadığını sadece emre itaat ettiklerini birçok noktadan temellendirerek anlatır Arendt. Dolunay Katilleri’nde de Osage halkına gerçekleştirilen soykırımda Hal’i Hitler, Burkar’ı da herhangi bir Nazi subayı olarak düşünmek mümkündür. Yahudi, Çingene, muhalif birçok insanın katledilmesine sebep olan gerçeklerle Osage halkına karşı girişilenler çok benzerdir. Scorsese’nin projenin yarısında film şirketi değiştirmesine neden olan anlatım tarzı, seyircinin filmi daha da sorgulayarak izlemesini sağlamıştır. Usta yönetmen, seyircinin tüm film boyunca katarsis yaşayıp hikâyenin büyüsüne kendisini kaptırmasındansa mahkemeyi takip eden jüri gibi konumlanmasını sağlamakla birçok seyircinin beklemeyeceği bir hamle gerçekleştirmiştir. Zira Scorsese isteseydi Hale’nin tüm cinayetlerin fitilini ateşleyen, soykırımın mimarı olduğunu seyirciye filmin finaline kadar hissettirmeyebilirdi. Fakat Scorsese, sürpriz bir sondansa baştan her şeyin belli olduğu, tüm kötülüklerin etrafa saçıldığı bir filme imza atmıştır. Sinema seyircisinin ve Scorsese hayranlarının da hiç beklemediği radyo programı sahnesi ise filmin en büyük hamlelerinden biridir. Eline mikrofonu alarak konuşan Scorsese, cameosu ile de yaşanan acı gerçekleri kendi sesinden bizzat zikrederek perdeyi kapatır. Hollywood’un gelmiş geçmiş en büyük ustalarından biri olan ve kariyeri boyunca ona ve sinemasına gönül vermiş hayranlarını bir defa bile hayal kırıklığına uğratmayan Scorsese, üzerinde doğup yaşadığı toprakların kanlı tarihini tüm gerçekliğiyle perdeye aktararak büyük bir kahramanlık örneği göstermiştir.
Filmin detaylı analizine buradan ulaşabilirsiniz.
Los Delincuentes / The Delinquents / Kabahatliler (Yön. Rodrigo Moreno, 2023)
Hangimiz içinde bulunduğumuz ve bizi iliğimize kadar sömürdüğünü düşündüğümüz hayata karşı kafa tutmak istememiş olabiliriz ki? Kim her şeyi bırakıp, malı mülkü satıp savuşturup uzaklara gitmeyi, şehir hayatından ve tüm o keşmekeşten uzaklaşmayı arzulamamıştır? Ferrari’sini Satan Bilge romanı boşuna mı bir döneme esin kaynağı olmuştur? Lakin her biri birbirinden dayanaksız bu hayal dünyası, neredeyse kimsenin hayatını kurtarmamıştır. Neticede ne yiyip ne içilecek, nerede yaşanılıp doğacak çocuklara nasıl bir dünya bırakılacağı konusu tam bir muammadır. Kabahatliler (2023), tüm bu hayal dünyasından sıyrılarak bir kurtuluş hikâyesi sunuyor.
Bankada çalışan Morán, iş arkadaşı Román’ı da işbirlikçisi seçer ve hayatı adına çok zekice bir hamle yapar. Mezarda emeklilik ile kendisinden esirgenen hakkını, bir nevi kamulaştırarak alır Morán. Evet, çalar demek pek mümkün değil. Çünkü bir banka çalışanı olan Morán, kameraların önünde kendine hak gördüğü ve ömür boyu kendini geçindirecek kadarını alır. Her şeyi öylesine ince düşünmüştür ki; suçunu itiraf ettiğinde ne kadar yatacağını bilir ve bu süreci kabullenir.
İlk yarısı bir polisiye; ikinci yarısı biraz romantik, biraz melankolik bir tarzda ilerleyen filmde her şeyin incelikle düşünüldüğü çok bellidir. Birbirine teğet geçen hayatlar, zamanın her şeyi değiştirdiği bir dünya ve tüm bunların ortasında hep tetikte yaşanmasına sebep olan para, filmin ana eksenidir. Rodrigo Moreno, Yeni Arjantin Sineması adına tertemiz, pırıl pırıl, sinema dünyasına yeni bir soluk getirecek bir işe imza atmış. Sık sık hayatın tam içinden, seyirciye tokat etkisi yaratan mizah anlayışı, Norma isimli güçlü ve özgür olan kadının her iki erkek karakterin hikâyesi arasında köprü kurması ama bu köprüyü kurarken kendi özgün gerçekliğinden ödün vermemesi ve daha nicesiyle Kabahatliler; anlattıkça matruşka gibi açılıp büyüyen muazzam bir film.
Filmin detaylı eleştiri-izlenim yazısına buradan ulaşabilirsiniz.