40. İstanbul Film Festivali Ulusal Belgesel Yarışması’nda prömiyerini yapan Yusuf Emre Yalçın imzalı Anima, adeta distopik bir kare ile açılıyor. İlk görüşte mahşeri kalabalıkta yakılmış yıkılmış bir dünya gibi algılanabilecek bu siyah beyaz görüntü netleşince aslında günümüzden bir ana baktığımızı anlıyoruz. Anima bu ilk sahneden seyircinin ilgisini çekmeyi başarıyor. Üç bölümden oluşan filmin ilk bölümü İzmir’in Selçuk ilçesinde her yıl düzenlenen deve güreşleri müsabakasına konuk ediyor bizleri. Lakin bu konukluk çoğumuz için rahatsız edici olabilir. Zira Yalçın’ın kamerasından şahit olduklarımızda bir güzelleme ya da gereksiz mizansen yoktur. Anima, hiçbir zaman deve güreşi sahnelerini stilize etmiyor. Aslında bir yönetmen pekâlâ şiddeti stilize bir halde sunabilir seyircisine. Bu tercih yönetmenin anlatmak istediğini daha etkili anlatmasına da yardımcı olabilir. Fakat bir yandan da gerçeklikten uzaklaştırır anlatılanları. Bu nedenle Yalçın, mümkün mertebe uzak duruyor bu tercihten. Böylece şiddeti en yalın, katıksız haliyle izliyoruz.
Yalçın, sadece kamerasından gördüklerini kaydediyor. Zorla dövüştürülen, pes edince tekmelerle tekrar ayağa kaldırılan develer vardır karşımızda. Bir de tabii bu görüntüler kadar rahatsız edici arka fonu unutmamak gerek. Bu müsabakaları izleyen bir erkek güruhu görüyoruz arka fonda. Hatta bu ortamı tam anlamıyla Antik Roma dönemindeki gladyatör dövüşlerine benzetebiliriz. Bir arena vardır yine. Bu arenada bu kez dövüştürülenler gladyatörler değil de develerdir. Deve sahipleri ve seyirciler de büyük bir zevkle bu dövüşü izlemektedir. Ziyafet sofralarına kurulmuş bu erkek güruhu (Kadın sayısı erkeğe göre çok azdır.) mangal dumanının arasında hayvanların birbirine zarar vermesini zevkle izliyor. İzmir-Selçuk’ta yani binlerce yıl öncesinde inşa edilmiş Efes Uygarlığı’nın sınırlarındaki kente ait taşların üzerinde gerçekleştirilen bu vahşeti izlerken insan düşünmeden edemiyor: Aradan geçen binlerce yıl insanlıkta hiçbir değişim yaratmamış mı? Sanki zaman hiç geçmemiş de aynı yerde kalmış gibi değil mi?
Yıllardır birçok hayvan hakları aktivisti tarafından bu zulme dur denilmesi gerektiğini söylendiğinde deve güreşçilerinin “Biz develerimizi çok seviyoruz.” “Biz develerimizi sizden daha çok önemsiyoruz.” gibi argümanlarla kendilerini savunduklarını biliyoruz. Fakat bu sevginin şeklinin tartışmalı olduğu su götürmez bir gerçek. Zira bu güreşleri izlerken yenilen tek şey deve eti, deve etinden yapılan sucuktur. Hangi deveyi sevip hangi deveyi yiyebileceğine nasıl karar veriyor bu insanlar ya da yenilen deve ile güreştirilen deve arasındaki sevgi arasında nasıl bir fark var anlamak güç. Fakat Yalçın’ın kamerası bu tezatlığı öyle açık ve yalın bir şekilde ortaya koyuyor ki… Bir yanda dumanı üzerinde deve sucuğunu çocuğuyla birlikte afiyetle yiyen ebeveyn bir tarafta da develerin dövüşmesini zevkten ihya olurcasına izleyen seyirciler… Tüm bu yaşanılan şaşkınlık yetmez gibi bir de yılın en süslü devesinin seçilmesine şahit olmamızla durum daha da absürtleşiyor. Dövüş meydanında zaten büyük bir ilgiyle bakılan bu develerin bir de insan gibi süslenmesi yani daha da çok ilgiye mazhar olmasına çalışılması ilginçtir. Deve adeta filmlerde, sahnede, vitrinlerde metalaştırılan, arzu nesnesi haline getirilen kadın konumundadır. Ki zaten kadın ile hayvanların durumu birçok açıdan çok benzer değil midir? Carol J. Adams’ın Feminist Vejeteryan Eleştirel Kuram kitabı bu konuda oldukça güçlü önermeler öne sürmektedir. Elbette şimdi Adams’ın tezlerini burada açmayacağım. Ama Yalçın’ın Adams’ın bu kitabını oldukça etkili bir şekilde özümseyip kamerasından bakarken de bu bakış açısını kullandığını düşünmeden edemiyorum.
Belgeselin ikinci bölümünde ise Konya’nın Akşehir ilçesine uzanıyoruz. Yalçın’ın kamerası bu kez küçük bir aile çiftliğine konuk ediyor bizleri. Üstelik tam da Kurban Bayramı arifesidir. Yine ilkinden kalır yanı yoktur bu misafirliğin. Hayvanların mal gibi alınıp satılmasından tut da tüm sömürü çeşitleri arzı endam ediyor yine perdede. İneklerin- sanki süt üreten bir makineymiş gibi- mekanik bir pompayla sütlerinin sağılmasına ve günü gelince boğazları kesilerek türlü işkencelerle katledilmesine kadar birçok zulüm dolu ana şahitlik ediyoruz. Yalçın’ın bu sahnelerde objektifine giren bazı detaylar şahit olunanlardan çok daha fazlasının sorgulanmasına vesile oluyor üstelik. Örneğin; ineğin sütünün sağıldığı sahnede kamera, bu oldukça acı verici anların yerine başka bir noktaya odaklanıyor. Sütünü, sırf insanlar lezzet alışkanlıklarından vazgeçemediği için yavrusuna emzirmek yerine biz insanlara vermek zorunda kalan ineğin yanı başında büyük bir huzurla yavrularını emziren bir kedi görüyoruz. Anne kedi, yavrularını rahatça emzirebiliyor. Çünkü ineğe, koyuna, keçiye göre çok şanslı. Zira insanlar kedi sütü içmiyor. Hatta kedi yavruları, ineğe göre o kadar şanslı ki anne sütü ile doymayan karınlarını inek sütü ile doyuruyorlar. Tabii yine insan aracılığıyla… Tek bir kare, bir yanlış ile bir doğruya aynı anda sahip. Sömürülen bir hayvan ile el üstünde tutulan diğer hayvan… Bir köşede kımıldamadan duran kamera, bazen binlerce sözle anlatılmak istenen türcülüğü oldukça etkili bir şekilde özetliyor. Neticede sormadan edemiyor insan: Biri bin bir türlü zulümle sömürülürken diğeri neden el üstünde tutuluyor? Bu ayrım, neye göre yapılıyor? Anima, neredeyse her sahnesinin ardından bu ve buna benzer soruları sorduruyor ısrarla. Hem de bunu asla tepeden inme bir şekilde yapmadan başarıyor.
Konya’daki bir diğer sahne ise camide karşılıyor bizi. Bayram namazı esnasında imamın hutbesini dinliyoruz. Elbette konu “kurban”. Hutbeyi dinlerken tüm filmi izlerken olduğu gibi kulaklarda çınlıyor yine o soru: “Peki, hangi hayvanın kurban hangi hayvanın kutsal olduğuna kim karar veriyor?” Ne yazık ki henüz bu soru kulakları sağır edercesine çınlarken belgeselin belki de en zorlu anları karşılıyor bizleri. Yalçın’ın asla kan göstermeden kaydettiği bu sahnede yine kamera mesafeli bir yerden kaydediyor yaşanılanları. Lakin yaşanılanların katlanılamaz gerçekliğinden olsa gerek uzadıkça uzayan sahnenin seyir gücü gittikçe zorlaşıyor. Neyse ki kamera sahnenin en zorlu anlarında objektifini gökyüzüne çeviriyor. Zira Yalçın’ın bu tercihini anlamak hiç güç değil. Çünkü o ana kadar izlenilenler zaten fazlasıyla ağır geliyor. Aslında bu gökyüzüne bakış ineğin gözlerinden bize aktarılıyor. Zaten ineğin satın alındıktan sonra eve gelmesi esnasında da aynı gökyüzünü izliyorduk.
Buradan son düzlük olan Dersim’e geldiğimizde de zulüm yine devam etmektedir. Dersim, muhteşem doğasıyla, doğanın içinde yaşayan türlü türlü canlarıyla gözbebeği bir şehirdir. Haberlerde hep Dersim halkının doğasını korumak için verdiği mücadeleyi duyarız. Hatta son yıllarda yaylalarında, ormanlarında yaşayan nadir türlere av izni çıkmasını protesto etmeleriyle gündeme gelmişlerdir. Peki, ama ya ahırlarda yaşanılanlar? Yalçın, bu kez keçi yetiştiriciliği yapan bir haneyi gözlemliyor. Fakat bu defa Yalçın, keçilerin sütünü sağan yaşlı teyzeyi kayda alırken bir noktada merakına yenik düşüyor. Ve soruyor teyzeye: “O iki keçi neden ayrı tutuluyor?” Teyze cevap veriyor: “Onlar her şekilde annesini bulup emmek istiyor?” Yalçın bu cevap karşısında daha da şaşırıyor olsa gerek ki ikinci bir soru soruyor: “Emmemeleri mi gerek?” Teyze korkunç cevabı oldukça normal bir şey söyler gibi söylüyor: “Onlar emerse bize süt kalmaz ama!” Yalçın bu ikinci cevaptan sonra bir daha film boyunca kimseye hiçbir şey sormuyor.
Bu sarsıcı diyaloğun ardından gelen sahnede ineklere methiyeler dizerken onların sütünü sağan bir başka teyzeyi arkadan dikizliyoruz. Yalnız gördüklerimizde yine tuhaf bir şeylerin olduğunu fark etmemiz gecikmiyor. Bir yandan yavrusu için salgıladığı sütüne el koyan biri bir yandan da ona birbirinden güzel sözlerle sesleniyor. Ki çok iyi biliyoruz ki inek süt vermemeye başlayınca yine o çok sevip isim verdiği hayvanın öldürülmesine göz yumacaktır. O zaman burada sürekli sorduğumuz soruyu biraz değiştirelim. Bir ineği ya da keçiyi ne zaman isim verip okşayacak kadar sahiplenir ne zaman sütünü çalacak ya da kesimine izin verecek kadar ondan vazgeçeriz?
Ülkemizin en batısından en doğusuna kadar hayvanlar üzerinden devam eden zulüm hakkında adeta bir ülke panoraması sunan Anima, yukarıda sıraladığım birçok soruyu sorarken bir yandan da Yalçın’ın kendi kişisel yolculuğuna ev sahipliği yapıyor. Bu mevzuyu açmadan önce filmin isminden bahsetmek gerek belki de. Analitik psikolojinin kurucusu Carl Gustav Jung’un arketiplerinden biridir “anima”. Erkeğin dişil yanına “anima”, kadının eril yanına ise “animus” denir. Yalçın, yeryüzünde hayvanlara kadından çok daha fazla eziyet eden erkeğin, yüzleşmekten kaçtığı dişil tarafının ismini seçmiş filmine. Aslında birçok erkek animası ile yüzleşse dünya hem hayvanlar hem doğa hem de insanlar için çok daha yaşanılır ve güzel bir yer haline gelebilir. Muhtemelen bu umutla filme konulan ismin hakkını en başta Yalçın veriyor. Çocukluk anılarından rüyalarına kadar mental olarak onu var eden şeylere filminde yer verirken bir yandan da geçmişiyle hesaplaşıyor. Bir nevi geçmişinde istemeden de olsa zarar verdiği hayvanlardan özür diliyor belki de. Kurban edilen ineğin sahnelerinde Yalçın’ın çocukken yaşadığı ve atlatamadığı Kurban Bayramı travmalarını, annesini emmek için aranıp duran oğlağı izlerken ise Yalçın’ın kurtarmak isteyip de bir türlü ulaşamadığı için kurtaramadığı oğlakla ilgili rüyayı dinleriz. Bir süre sonra bu anı ve rüyalarla deve, inek, keçi gibi hayvanların yaşadıkları iç içe girip birbirini aynalıyor.
Yalçın, özdeşleştiği hayvanlar sayesinde animasıyla yüzleşirken birçok seyirci de kendiyle, geçmişiyle ve geleceğiyle yüzleşir umarım. Belki gereksiz süsten azade olduğu için bunu bazılarında gerçekleştirmekte zorlanacak. Fakat Anima, bir türe övgü niteliğindeki bu yıl Oscar heykelciğine sahip olan My Octopus Teacher gibi ne süs ve ihtişamın ne de bir hayvanı insanlaştırmak gibi bir aldatmacanın peşinde. Anima, tüm bu hayvanların bizler gibi bir sinir sistemleri, duyguları ve akılları olduğu gerçeğinden yola çıkarak filmi hayata geçiriyor. Hayvanların gözlerine uzun uzun bakmanın yeterli geleceğini düşünüyor. Bir hayvanı sömürmekten vazgeçmemiz için o hayvanın iki ayak üzerinde yürümesine veya bizimle aynı dili konuşmalarına gerek yok neticede.
Kurban ile ilgili kısımla ilgili sadece şunu soracağım; siz her gün dünya üzerinde tekrarlanan ve binlerce farklı hayvanın neden hikayeleri anlatılmaz da, yahudilerin Yom Kippur bayramı yada diğer dinlerin bu tip günleri anlatılmaz da neden Müslümanlar’ın Hz. İsmail(a.s.)’in yerine fakirlere dağıtılmak için kesilen hayvanlar konu edilir?