42. Uluslararası İstanbul Film Festivali, her zamanki gibi birbirinden ilgi çeken seçkileri, özel gösterimleri, söyleşileri ve ödülleriyle göz açıp kapayıncaya kadar geçti, bitti. İlkbaharın en güzel habercisi olan İstanbul Film Festivali’nin bitmesinin ardından festival takipçilerini büyük bir boşluk karşılar. Kapısı sokağa açılan elimizde kalmış nadir sinema salonlarında filmlerden filmlere koştururken fuayede yapılan sinema sohbetleri, iki arada bir derede atıştırılan yiyecekleri, üzerine dökmeden içilemeyen kahveleri, son anda kaçırılan seansları ve hiç bitmek bilmez son ancıların oluşturduğu bilet sıralarıyla festival yine tüm ritüellerini gerçekleştirdi.
6 Nisan Perşembe akşamı Kadıköy Süreyya Operası’nda açılışını Hırçın Kız (2023)ile gerçekleştiren festivalde Metin Erksan’ın 1976 yapımı İntikam Meleği: Kadın Hamlet de başrolündeki Fatma Girik’in anısına restore edilmiş versiyonuyla gösterildi.
Sight & Sound’un 2022 eleştirmenler anketinde “tüm zamanların en iyi filmi” seçilen Chantal Akerman’ın başyapıtı Jeanne Dielman (1975) da özel gösterimi yapılan filmlerden biriydi. Nobel ödüllü Annie Ernaux’nun festivalin konuklarından birisi olması ise şüphesiz en güzel sürprizlerden biriydi. 18 Nisan Salı akşamı Soho House’da yapılan ödül gecesi ile sevenlerine önümüzdeki yıl tekrar buluşmak üzere veda eden festivalde gecenin öne çıkan filmi Ayşe Polat’ın yönettiği Kör Noktada (2023) oldu. 42. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nin kazananların detaylı bilgisine buradan ulaşabilirsiniz. Dilerseniz bu yazıda yarışma dışındaki filmlere biraz daha yakından bakalım.
Hırçın Kız / Scrapper (Yön. Charlotte Regan, 2023)
“Bir çocuk yetiştirmek için bir köy dolusu insan gerekir.”
Yukarıdaki bir Afrika sözüyle başlayan filmde, henüz tanışmadığımız kahramanımız Georgie, cevabı anında yapıştırır: “Teşekkürler, ben kendimi yetiştirebilirim.” Böylece karakterimizi görmeden onun hakkında oldukça fikir sahibi oluruz aslında. Küçük yaşta büyümek zorunda kalmış olan ve hayatta kalmak için kurallar ne gerektiriyorsa uygulamaktan çekinmeyen; cesur, hırçın, gözü pek bir kız çocuğu vardır karşımızda.
Elbette Georgia, bu anlamda beyazperdeye hikâyesiyle eşlik eden ilk çocuk karakter değildir. Sinema tarihi Georgia gibi çocukların büyük ve yürek burkan dramlarına ev sahipliği yapmaktadır. Özellikle de baba-kız hikâyeleri bunlardan en unutulmazlarıdır. Lakin son dönem baba-kız, anne-kız, anne-oğul, baba-oğul hikâyelerinde bir kırılma yaşandığını gözlemlememek mümkün değil. Bunlardan en sonuncusu Aftersun (2022), filmimiz ile büyük ortaklıklar taşıyor. Lakin buraya Petite Maman (2021) ve daha nicesini de ekleyebiliriz.
Peki, nedir bu filmlerin yarattığı ve seyirciye gerçekten çok daha iyi gelen, bu filmleri sarıp sarmalamamıza yarayan şey? Tek kelimeyle sadeliği, duruluğu, mütevazılığı olabilir. Ana akım sinemanın bile benimsenen süresinden daha makul bir süreye, daha basit bir hikâyeye ve daha sakin bir hikâye anlatıcılığına sahip olmaları bu filmleri başka bir yere konumlandırmaktadır. Bir çocuğun annesini kaybetmesine helak olup ağlamaktansa veya bir çocuğun babasına kavuşması karşısında katarsisin doruklarına tırmanmaktansa bazen tek bir video karesine veya bir sesli mesajın ifade ettiklerine yüreğimiz cız ettiğinde hissettiğimiz duygu çok daha samimi gelebilir. Hırçın Kız, güçlü bir kız ile güçlü bir babanın birbirine ihtiyacı olduğunu değil birbirinin desteğiyle daha iyi olabileceğini ifade edecek kadar yenilikçi bir anlayışa sahip.
Hırçın Kız’ı festivalde ıskalayanların özellikle Aftersun’ın yarattığı atmosferden etkilenenlerin mutlaka ilk fırsatta izlemelerini öneririm. Zira Calum ve Sophie’nin hesabı ödemeden restorandan koşarak sıvışmaları kadar Georgia ile babasının bisiklet çalmaya çalışırken enselenmemek için kaçışları aynı etkileyicilikte seyrediyor.
Totem (Yön. Lila Avilés, 2023)
Festival, seyirciyi Hırçın Kız’ın Georgia’sından sonra bu kez de Totem’in Sol’üyle buluşturuyor. Yine en az Georgia kadar sade, duru ve etkileyici bir oyunculukla karşılaşıyoruz. Bu kez coğrafya Meksika’dır. Sol’ün babası kanser ile cebelleşmektedir. Tedaviyi kabul etmeyen babanın belki de son doğum günü bir parti ile kutlanacaktır. Avilés, bu parti hazırlıklarının yapıldığı sabah saatlerinden geceye kadarki yarım günü perdeye getiriyor.
Sol’ün gözünden tanık olduğumuz tüm hazırlıklar, aslında herkesin sahip olmak isteyeceği geniş bir ailenin içinde geçiyor. Halalar, kuzenler, dayılar, teyzeler… Lakin bu şamatanın, olayın, sesin eksik olmadığı evin her tarafına sinmiş olan ölüm fikri ve bu fikrin vermiş olduğu gerilim, bir süre sonra herkeste farklı bir şekilde açığa çıkıyor.
Bir evin içinde geçen ve akrabaların durmak bilmez bir şekilde evin farklı köşelerinde konuşup durdukları, tartışıp ağladıkları, kahkahalara boğulup kavga ettikleri ortam akıllara Cristi Puiu’nun harikası Sieranevada (2016) filmini getirmiyor da değil. Lakin Totem’in bir nebze daha seyirciyi sarsmasının nedeni her an vuku bulacak olan ölüm ve bu ölüme en hazırlıksız olan Sol’ün kaygılı bekleyişidir. Yetişkinlerin dünyasını kendi çocuk aklıyla yorumlayan, güçlükler karşısında kendince dayanma yolları bulan, amacına ulaşmak için türlü yollar düşünen ve her şeye rağmen ağız dolusu gülmeyi bilen Sol’ün varlığı filmin en değerli noktası.
Totem, benim gibi çocuk karakterlerin başrolde olduğu, acı olduğu kadar tebessüm ettirecek denli tatlı da bir hikâye sunan filmlerden hoşlananlar için kesinlikle ilaç gibi gelecektir. Mutlaka önünüze çıkan ilk fırsatta izlenmeniz gerek.
Aşk, Ateş ve Anarşi Günleri: Türk Sinemateki ve Onat Kutlar (Yön. Önder Esmer, 2023)
Belgesel isminden de anlaşılacağı üzere sadece seyirciyi, 1965’te kurulan Türk Sinematek Derneği’ni değil aynı zamanda Onat Kutlar’ı da anlamaya ve hatırlamaya davet ediyor. Esmer’in sinema öğrencisi olduğu yıllarda tez çalışması için yaptığı araştırmalardan yola çıkarak yapma kararı aldığı belgesel, ülkemiz sinema tarihinin en önemli kırılma noktalarından birine odaklanıyor. Üstelik arşiv geleneği asla olmayan, her baskı döneminde arşivlenenlerin de yok edildiği bir ülkede bunu yapmak hayli anlamlı ve meşakkatli.
Esmer’in, belgesel sonrası gösterimlerde de zikrettiği üzere; baştan Türk Sinematek Derneği’ne ve onun fikriyatına taraf olduğu, bu nedenle de taraflı bir film yaptığı ortada. Belgesel bir nevi de Sinematek’e, Onat Kutlar’a ve arkadaşlarına, o fikrin yaşamasına ön ayak olan herkese bir minnet borcu, bir saygı nişanesi gibi.
Müzisyen Alper Maral, kurgucu Tuvana Simin Günay ve görüntü yönetmeni Serdar Aydın ile birlikte minik ama özverili bir ekibin ürünü olan belgesel, hâlâ yaşayan Sinematek üyeleri ve çalışanlarıyla yapılan röportajlar temelinde şekilleniyor. Zira geçmişten kalan belgelere ulaşmak neredeyse imkânsızdır. Günay’ın belirttiğine göre Sinematek’ten geriye sadece tek bir belge bulabilmişler. Ama bu yokluk bile Esmer’i vazgeçirmemiş. İyi de olmuş. Zira izleyicileri de yer yer kahkahalara boğan geçmişe dönük anılara dair eşlik eden bazı ses kayıtları bile öyle iyi geliyor ki.
Genç bir yönetmen adayının önce ülkesinin sinema tarihini anlamakla yola başlaması ve bunu bir belgesel haline getirerek herkesle paylaşma motivasyonu takdir edilesi. Zira Esmer, belgeseli bir yıl kadar festivallerde gösterdikten sonra üniversitelerin sinema bölümündeki öğrencilerle paylaşmayı hedefliyor. Ne diyelim? Yolu açık olsun. Dilerim çok izleyeni, üzerine düşünüp tartışanı olur.
Liseli/ Le Lycéen /Winter Boy (Yön. Christophe Honoré. 2022)
Liseli, genç bir oğlan çocuğunun kısa bir süre önce yaşadıklarını anlatmasıyla başlıyor. Yakın çekimden ekrana bakan Lucas, kısa bir süre önce yaşadıklarını sıraya koymaya çalışır ve önce babasından başlaması gerektiğine karar verir. Zira Lucas’ın birbiri ardına yaşadığı deneyimlerin sonrasında çocukluktan yetişkinliğe geçip gerçek anlamda büyüme olgusunu yaşamasını sağlayan sürecin fitilini ateşleyen şey, babanın ölümü olur.
Lucas, bir yas sürecinin bilinen tüm aşamalarını oldukça sancılı yaşar; şok anlarındaki anlamsız davranışlar, çok erken vuku bulan hayata tutunma çabaları, gerçek acının ortaya çıkıp esas sarstığı süreç, sonunda tamamen tükenip dibe vurduğu anlar ve iyileşme.
Abisi ve annesiyle birlikte tüm bu süreçlere elinde olmadan tutunan Lucas, hayatının en unutulmayacak aşkını da en sıra dışı seks deneyimlerini de bu sancılı süreçte yaşar. Lucas, aslında akranlarının birçoğuna göre oldukça şanslıdır. Lucas, eğitimci ve asla bencil olmayan bir anneye, gerçek anlamda bir yetişkin olmuş ağabeye, onun cinsel yönelimlerini bilen ve destekleyen bir aileye, cinsel hayatını özgürce yaşayabileceği partnerlerlere ve daha nicesine sahiptir. Lakin koşullar ve ortam ne kadar verici olursa olsun, büyüme sürecindeki bir genç çocuğun kayıpla başa çıkabilmesi oldukça zordur. Üstelik tüm hikâyeyi bizzat o genç çocuğun ağzından işitiyorsak seyir deneyimi de hayli zorlayıcı olabilmektedir.
Lucas’ın tıpkı babasıyla veya terapistiyle konuşuyormuş gibi anlattıkları kadarını bildiğimiz, ailenin tüm yas sürecini onun gözünden izlediğimiz Liseli, herkesin kendi hayatından parçalar bulması muhtemel bir hikâye sunuyor. Filmi izlerken Lucas ile özdeşlik kurmamak hayli zor. Büyüme veya yas sürecinde iyileşme hikâyelerini izlemeyi sevenler ilk fırsatta izlemeliler.
34.Madde/ Regra 34 /Rule 34 (Yön. Julia Murat, 2022)
İsmini, internette olan her şeyin pornografisinin olabileceğini söyleyen maddeden alan film, her anıyla yanlış anlaşılmaya müsait bir yapıya sahip. Film, bir hukukçu olmak isteyen genç kadının kişisel hayatı ile işinde karşısına çıkan vakaları kıyaslayıp aradaki ince sınırın görülebilir olmasını amaçlıyor.
Simone, özellikle eril şiddete maruz kalmış kadınları korumaya çalışan idealist bir hak savunucusudur. Simone’un savunduğu kadınların gördüğü şiddeti sadece fiziksel değil cinsel ve psikolojik olarak da düşünebiliriz. Simone, bu şiddet mağduru kadınların hayatında her türlü şeyle karşılaşıp, profesyonel bir şekilde kadın müvekkillerinin haklarını savunmak için elinden geleni yapar. Lakin feminist bir damarla mesleğini icra eden karakterimiz, gerçek hayatında para karşılığı çevrimiçi porno seks yapılan platformlarda bulunmaktadır.
Simone, her ne kadar bu platformlarda para kazanmak amaçlı bulunuyor gibi anlaşılsa da çok kısa bir süre sonra bu durumun onun için bir tutku haline geldiği anlaşılır. Simone, gittikçe kendini kontrol edemez bir durumda bulur. Cinsel arzuları, onu çok daha ötesini yapmaya sürükler. Bir süre sonra bu tutkusu onu bilinmez bir yere sürükler.
Filmin tartışmaya açtığı nokta da tam olarak burası olur: Bir kadın eğer kendi rızası varsa dilediği şekilde seks oyunları (şiddet içeren de dâhil) oynayabilir mi? Burada da film, bize BDSM (rızaya bağlı fiziksel güç ve kuvvetli duygusal uyarımın olduğu cinsel ilişki şekli) kavramını detaylı bir şekilde anlatmaktadır. Yıllardan beri tartışılan çok önemli ve asla da kolay kolay çözüme kavuşmayacak bir konuya el atan filmin, açtığı tartışma alanını değerli bulanlardanım. Lakin filmin ırk meselesine getirdiği yorumlardan tut da oldukça mayınlı bir bölgede bu kadar kolay kelam etmesi çok tartışılacak gibi.
Bir kadının her türlü şiddet gören hemcinslerinin haklarını savunup, eril tahakküme karşı durmasıyla onun kendi kişisel hayatında rızasıyla gerçekleştirdiği tercihleri çok farklı olabilir mi? Bu ve bunun gibi soruları dillendiren 34. Madde, belki bazı yerlerde bu ifadeleri sıkıntılı bir şekilde dile getiriyor olsa da niş ve kilit bir bölgeye parmak basması açısından değerli bir iş yaptığı da inkâr edilemez. Locarno Film Festivali’nden En İyi Film ödülünü alması da önemli bir detay tabii. Bu nedenle filmi herkesin izleyip yorumlaması çok daha anlamlı.
Pasajlar / Passages (Yön. Ira Sachs, 2023)
Filmlerini genelde festivallerde izleme şansına ulaştığımız, başarılı yönetmen Ira Sachs, bu kez kamerasını Paris’e taşıyor. Kuir bir film yönetmeni ve filmin başkarakteri olan Thomas da Fransızca bilmeyen bir Alman olmasından dolayı İngilizce dilinde bir film izliyoruz. Paris’te geçen ve her filmde Fransızca konuşmalarına alışık olduğumuz Fransız oyuncuların eşlik ettiği bir yapımda İngilizce diyalogların çok sakil durduğunu öncelikle söylemem gerek. Lakin filmin göze batan tek kusuru da bu olsa gerek. Zira ilişki hikâyeleri anlatmakta oldukça mahir olan Sachs, yine dikkat çekici bir çıkarıyor ortaya.
Narsist bir kişilik olan Thomas, obur bir aşk insanı olarak her gördüğüne, herkese, her şeye sahip olmak isteyen bir kişiliktir. İşinde gösterdiği saplantılı kişilik yapısını ilişkilerinde de sergiler. Ki film, odak noktasının bu olduğunu henüz prolog sahnesinde açık etmektedir. Sachs, seyirciyi en başta Thomas’ın filminin setine götürmektedir. Bir sahneyi çekmek için Thomas’ın gösterdiği obsesif hal, filmin kalan kısmında ilişkilerine eşlik edeceğimiz bu karakterin bir portresi niteliğindedir.
Thomas, asla özdeşlik kuramayacağımız kadar bencil, saplantılı davranış bozuklukları gösteren, akıl almaz bir karakterdir. Böylesine renkli ama bir yandan da sinir bozucu, yer yer yaptığı davranışlarla karikatür bir hal bile alacak kadar kendini kaybeden bir karaktere eşlik etmek, zorlu bir deneyimdir.
Fakat film, bu eşliği yan karakterleri tutarlı ve oldukça insani duygularıyla harmanladığı için çok daha çekilir bir hale büründürmektedir. Pasajlar, tüm aşk açısı çeken, terk edilen, yalnız kalamayan, farklı cinsel yönelimden birine âşık olup acı çeken, terk edilen ve daha nicesini farklı noktalardan yakalayıp, sarıp sarmalayacak, sıcacık bir film. Meraklısı ilk fırsatta mutlaka izlemeli.
Süper 8 Yılları / Les années Super-8 /The Super 8 Years (Yön. Annie Ernaux, David Ernaux-Briot, 2022)
Babamın Yeri, Bir Kadın, The Possession, Seneler ve Kürtaj’ın da bulunduğu yirmiye yakın kurmaca ve anı kitabının yazarı olan, Nobel ödüllü Annie Ernaux’nun kendi kişisel anılarından ortaya çıkan bir belgesel fikri bile elbette çok anlamlı. Ülkemizde de çokça seveni olan birkaç yıl önce sinemaya uyarlanan Kürtaj (2021) ile ismi daha sık anılan Ernaux’nun festivale fiziki olarak da katılım sağlaması, belgeselin daha da çok ön plana çıkmasına sebep oldu.
Zira belgesel, henüz Ernaux’nun kitaplarından hiçbirini yayınlamadığı günlerde geçiyor. 1972 ile 1981 yılları arasında Ernaux’nun ailesi ile birlikte nasıl bir hayat yaşadığını hangi ülkelere gittiğini gerçek görüntülerden izliyoruz. Ailenin o yıllarda insanlar TV gibi şeylere para verirken onun yerine bir super-8 alarak kendilerini kayda almaları, bu belgeselin ham maddesini oluşturuyor. Lakin geçmişe dönük bir görsel hafıza niteliğindeki görüntülere can verip onları anlamlandıran ise Ernaux’nun anlatıları oluyor. Üstelik Ernaux, beklendiği gibi perdeye yansıyan görüntüleri destekleyen, onları anlamlandıran şeyler de anlatmıyor. Çoğunlukla görsellerden farklı kapılar aralıyor. Belgeselin en özgün yanlarından biri de bu olsa gerek.
Ernaux’un oğlu David Ernaux ile birlikte yarattığı Süper 8 Yılları’nın en özel yanlarından bir diğeri ise o yıllardaki dünyaya bir kapı aralamasıdır. Ailenin Arjantin, İspanya, Fas, İngiltere gibi ülkelere giderek orada yaptığı çekimlere sesiyle yön veren Ernaux, o yıllardaki siyasi atmosferi de oldukça öznel bir yerden değerlendiriyor. Ernaux’un kalemini seven, onunla kitapları dışında bir buluşmayı deneyimlemek isteyenler için Süper 8 Yılları, kesinlikle buluşulması gereken bir randevu gibi.
*Bu yazıda festivalin yarışma seçkilerinde bulunan filmler ile ilgili izlenimlere yer verilmemiştir. Yarışma filmlerini farklı bir yazıda ele almak daha anlamlı olacaktır.