Gerçek bir aydın ve entelektüel olmak, iyi bir spor izleyicisi olma ön koşuluyla birlikte gelir. Ancak ne yazık ki ülkemizin ve dünyanın içinde bulunduğu spor iklimi, spor izlemeyi ve takip etmeyi ayaklar altına almış hatta utanılacak bir hobi olma noktasına getirmiştir. Halbuki, herhangi bir spor müsabakası, içinde gerçekleştiği toplumu çözümlemek adına kimi sosyolojik ipuçları verir. Doğduğun eve göre Galatasaraylı veya Fenerbahçeli olmak, gece geç saatte izlenecek başka bir şey bulunamadığı için izlenen Snooker yayını, gururla takip edilen uluslararası voleybol şampiyonaları, hep yazları oynanmasını ümit ettiğimiz futbol dünya kupası, her mahallede gençlerin uğrak yeri olan belediye basketbol kortları ve daha niceleri buna örnektir. Tıpkı sinemada olduğu gibi, izleyici burada da özne konumundadır. Zira her şeyin ötesinde, nihai amaçlardan bir tanesi, izleyiciye bir gösteri sunup eğlenceli zaman geçirtmektir.
Bu listede, sporu bu minvalde bir amaç ve araç olarak kullanan önemli bazı filmleri sizler için derlemeye çalıştık. Umarız ki bu filmler siz okuyucularımıza, kıran kırana geçen bir maç kadar güzel vakit geçirtir. Keyifli izlemeler dileriz.
Dar Alanda Kısa Paslaşmalar (Yön. Serdar Akar, 2000)
“Hayat futbola fena hâlde benzer. Futbol şahsi beceri gerektirir, değişmez, o da ayrı konu. Ama aynı zamanda da topla oynanan, yani, insanların bir takım halinde oynadığı bir oyundur. Hayat da böyle değil mi? İstediğin kadar yetenekli ol, iyi bir takımın yoksa hava gazı…”
1997 yılında Türkiye’nin ilk ve tek bağımsız sinema kolektifi olarak kurulan Yeni Sinemacılar, 1998 ile 2006 yılları arasında aktif olarak birçok kült filme imza atmışlardır. Bu filmlere Gemide (1998), Laleli’de Bir Azize (1998) ve Takva (2006) örnek gösterilebilir. Yeni Sinemacılar’ın bu yıllarda piyasaya sürdüğü hemen hemen bütün filmlerde Serdar Akar ve Önder Çakar’ın imzası vardır. Kolektifin dördüncü filmi olan Dar Alanda Kısa Paslaşmalar (2000) da kimi ortak temaları takip eder ve bize amatör ruhun önemini ve eski Galatasaraylı sol kanat Metin Kurt’un bir sözünü hatırlatır: “Futbol borsada değil, arsada güzel.”
Dar Alanda Kısa Paslaşmalar, 80’li yıllar Türkiye’si, aşk ve futbol ile alakalı bir filmdir. Bursa’nın İvazpaşa semtinde geçen film, Esnafspor adlı semt futbol takımı ve bu takımda oynayan semt sakinlerinin hayatlarına odaklanır. Hayatları oldukça çalkantılı geçen bu mahalle sakinlerinin ortak buluşma noktası olan Esnafspor, tıpkı hayatın bu insanlara davrandığı gibi, nankördür. Neredeyse her maçtan mağlubiyet ile ayrılmaktadırlar. En büyük hayalleri ise, mücadele ettikleri amatör ligi bir gün kazanabilmektir. Tabii ki asıl önemli olan ligi kazanmak ya da kaybetmek değil, ortak bir hayal uğruna kenetlenip mücadele edebilmektir. Tıpkı hayalî bir sevgiliyi arzulamak gibi…
Film, Erkan Can, Müjde Ar, Savaş Dinçel, Şahnaz Çakıralp, Rafet El Roman, Sezai Aydın ve Uğur Polat’ın bulunduğu kalabalık ancak bir o kadar da yetenekli oyuncu kadrosuyla dikkat çekmektedir. Film, 20. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde büyük bir övgüyle karşılanmış ve ekibine En İyi Türk Filmi, En İyi Yönetmen (Serdar Akar) ve En İyi Erkek Oyuncu (Savaş Dinçel) ödüllerini kazandırmıştır.
Coach Carter (Yön. Thomas Carter, 2005)
Coach Carter (2005), sadece bir spor filmi değil, aynı zamanda yaşamın kuytularından doğan umut dolu bir destanın ta kendisidir. Thomas Carter’ın ustalıkla yönettiği bu film, gerçek bir hikâyeden ilham alarak seyircilere yoksulluğun ve umutsuzluğun arasından yükselen güçlü bir mesaj sunar.
Richmond Lisesi’nin tozlu salonlarında başlayan bu hikâye, Ken Carter’ın liderliğindeki bir grup genç basketbolcunun hayatlarını sonsuza kadar değiştirecek bir yolculuğa dönüşür. Carter, sadece saha içindeki zaferlerin değil, aynı zamanda öğrencilerinin akademik başarılarının da peşindedir. O, sporun sadece bir oyun değil, aynı zamanda bir yaşam dersi olduğunu öğreten bir liderdir.
Samuel L. Jackson’ın ustalıkla canlandırdığı Ken Carter karakteri, sert ancak merhamet dolu tavrıyla seyircilerin gönlünde taht kurar. Richmond’un sokaklarında doğup büyüyen gençler için umudu temsil eder. Onun liderliğindeki ekip, yoksulluğun ve umutsuzluğun gölgesinden sıyrılarak zirveye doğru tırmanır. Ancak bu yolculuk kolay değildir. Film, Amerika’daki yoksulluğun ve eşitsizliğin gerçek yüzünü de gözler önüne serer. Richmond Lisesi’nin duvarları, sadece ders kitaplarına değil, aynı zamanda hayatın acı gerçeklerine de tanıklık eder. Fakat Ken Carter, bu gerçeklerle yüzleşerek ve öğrencilerine umut aşılayarak, onlara daha iyi bir gelecek için mücadele etme cesaretini verir.
Film, özellikle genç oyuncuların performanslarıyla dikkat çekerken, Samuel L. Jackson’ın Ken Carter rolündeki etkileyici performansıyla da öne çıkar. Jackson, Carter’ın sert ama adil tutumunu ustalıkla canlandırırken, seyirciye karakterin derinliklerine inme fırsatı sunar.
İlham dolu mesajlarla ve adanmışlıkla bezenmiş bu anlatı, sadece saha içindeki zaferleri değil, aynı zamanda insanın içsel dönüşümünü ve umudun gücünü de kutlar. Spor filmleri tarihinde, karakterlerin ve toplumun derinlikli portresini sunan ender yapıtlardan biri olarak Coach Carter, izleyicilerin kalplerinde özel bir yer edinir. Ken Carter’ın liderliğindeki ekip, sadece bir basketbol takımı değil, aynı zamanda insanlığın yüce ideallerini temsil eder. Bu nedenle Coach Carter sadece bir spor filmi olarak değil, aynı zamanda Amerika’da hayatın bir parçası olan basketbol aracılığıyla verdiği mesajlarla birlikte sinema tarihinde bir iz bırakmıştır.
Cinderella Man (Yön. Ron Howard, 2005)
Ron Howard’un yönettiği Cinderella Man (2005), Büyük Buhran döneminde zorluklarla dolu bir hayat süren boksör James J. Braddock’un gerçek hikâyesine odaklanmaktadır.
1920’lerin boks ringlerinde, Jim Braddock (Russell Crowe), dönemin “altın çocuğu” olarak kabul edilmekteydi. Ancak umut dolu kariyeri, elinin kırılmasıyla kesintiye uğrar. Ve dövüş sahnelerinden adeta silinir.
1932’nin kasvetli atmosferinde, Braddock ve ailesi, Büyük Buhran’ın vurduğu darbeyi hissetmektedir. Dar gelirli bir apartmanda yaşayan aile, hayatlarını idame ettirebilmek için sıkıntılı günler geçirir. Film, dönemin ruhunu yansıtma konusunda oldukça dikkate değerdir.
Braddock’un ailesiyle olan ilişkisi ve ekonomik sıkıntılarla başa çıkma çabaları filmde önemli bir yer tutmaktadır. Bu süreçte, Jim’in eşi Mae (Renée Zellweger), ailenin dayanma gücünü ve dayanışma ruhunu korumak adına öne çıkan bir figür hâline gelir. Ancak işsizlik ve yoksullukla mücadele etmek zorunda olduğundan bir gün, eski bir dostu olan menajeri Joe Gould’un yardımıyla tekrar ringe döner ve bir dizi maça çıkar.
Cinderella Man, dönemin atmosferini ve boks dünyasının çalkantılı yapısını ustaca yansıtmaktadır. Braddock’un mütevazı köklerinden, zorlu ekonomik koşullar altında mücadele vermesi ve sonunda şampiyonluğa ulaşması onun “Cinderella Man” ünvanı almasına vesile olur. Braddock’un cesareti, azmi ve kararlılığı, o dönem Büyük Buhran yaşayan Amerika halkı için umudun simgesi hâline gelir.
2005 yapımı film, günümüz izleyicisine bile zor zamanlarda umudu kaybetmemenin ve birlik içinde mücadele etmenin önemini hatırlatır. İnsanın kararlılıkla her zorluğun üstesinden gelebileceğine dair ilham vermektedir.
Cinderella Man, spor filmi olmasının yanı sıra güçlü bir melodram içermektedir. Hollywood yapımları dram ögelerini kullanma konusunda standardize edilmiş bir matematiğe sahiptir. Bu dramatik formülasyon, çeşitli tekniklerle kendisine yer bulmuştur. Karakterin başarısızlıkları, yaşadığı zorluklar ve kişisel fedakârlıklar önemli bir yer tutarken duygusal müzikler derinlik katarak bu dramatik unsurları pekiştirir. Böylece izleyici karakterle derin bir empati kurmaya başlayabilir.
Cinderella Man’deki bu yaklaşım, literatürde Brecht estetiğiyle çelişen unsurlar içermektedir. Brecht estetiği, dramatik yapıyı parçalamayı ve böylece izleyicinin duygusal katılımını azaltarak onları sorgulamaya teşvik etmeyi savunur. Filmdeki bir diğer problem ise karakterlerin tek boyutlu olmasıdır. Özellikle kadın karakterlerin sınırlı temsili nedeniyle film eleştirilere oldukça açık bir konumdadır. Tüm bu eksikliklerine karşın, tarihi bir döneme odaklanan bu spor filmini duygusal bir deneyim yaşamak isteyenlere öneririm.
Raging Bull (Yön. Martin Scorsese, 1980)
Scorsese Raging Bull (1980) filminin boks hakkında olmadığını söylese de yayımlandığı zamanda yönetmenin 1980’lerdeki başyapıtı olarak görülen, sonrasında ise pek çok incelemede, retrospektifte sinefillerin karşısına çıkan filmi Spor Filmleri Özel Dosyamızda es geçemezdik. Sporun kişinin psikolojisini iyi yönde etkilediği; kendi hayatına yönelik amaçlarını hatırlattığı, kendi potansiyeli hakkında farkındalığını artırdığı ve hayatında yer alan diğer kişiler ile ilişkisini güçlendirdiği filmlerin aksine Raging Bull, Orta Sıklet Şampiyonu Jake La Motta’nın otobiyografisine dayanan bir öz yıkım portresi sunmaktadır.
La Motta’nın otobiyografisinin sinemaya taşınma hikâyesi, film fikrinin yönetmenden çıkmamış olması ve hatta yönetmen tarafından reddedilmiş olması sebebiyle oldukça ilginçtir. Robert de Niro kitabı okuduktan sonra La Motta’yı oldukça ilginç bulmuş ancak Scorsese ne boksla ne de La Motta’yla ilgilenmediğini söyleyerek bu fikri reddetmiş. De Niro yine de vazgeçmemiş ve 1978’de fikri yeniden önermiş. Bu sefer Scorsese, hayatındaki problemlerin yoğunlaştığı bir dönemde Jake ile aynı Katolik mirasını, suçluluk duygusunu ve kurtuluş umudunu farklı yollarla deneyimlediğini düşünerek fikri kabul etmiş. [1]
Raging Bull bir boks filmi midir yoksa değil midir, sorusu yönetmen tarafından tartışmaya açılmış olsa da boksun La Motta’nın hayatındaki yerini göz önünde bulundurduğumuzda her şeyin boks ile ilgili hâle geldiği açıktır. La Motta, herhangi bir simgeleştirme yapacaksa -ki filmde diyaloglar üzerinden ele verilen iç dinamikler mevcuttur- boks üzerinden yapacağı alenen ortadadır. Dolayısıyla yıkım da yenilenme de boks ile ilişkilenecektir. Öyle de oluyor, La Motta’nın şiddeti tüm yıkıcılığıyla ringin dışına taşıyor ve çevresinde kimseye yer bırakmayacak hâle geliyor. Ta ki karşısında sözlerini ve yumruğunu yöneltecek kimseyi bulamayana kadar.
Scorsese; La Motta’nın dümdüz, basit ve neredeyse çizgisel bir hikâyesi olduğunu, adamın bir şeyi elde ettikten sonra her şeyini kaybetmesinin onu kendini ruhsal olarak arındırmasına ittiğini söylüyor. Ancak Katolisizmde suçluluk ve şiddet, psikanalitik kuramda mazoşizm ve maskülenlik bağlamında incelenen kült film, sporun bir dışavurum olarak yeterli olmadığı bir trajedide neyin bir arınma neyin ise bir cezalandırma olduğu konusundaki tartışmayı açık bırakıyor.
[1] Arturo Serrano. (2015). The spectacle of redemption: Guilt and violence in Martin Scorsese’s Raging Bull. Studia Gilsoniana, 4(2), 131–148. ISSN 2300–0066Nyad (Yön. Elizabeth Chai Vasarhelyi – Jimmy Chin, 2023)
Gerçek hikâyeden uyarlanan filmde, 1970’li yılların dünya rekorları kıran ünlü maraton yüzücüsü Diana Nyad’ın hayatı anlatılmaktadır. Nyad küçük yaşlardan itibaren yüzme alanında çok başarılıdır. Ondaki bu cevheri fark eden yüzme koçu Jack Nelson, onunla özel olarak ilgilenmeye başlar ve onun gelecekte bir yıldız olacağını söyler. Nelson’un dediği çıkar ve 1970’li yıllarda Nyad arka arkaya dünya rekorları kırar. Nyad’ın artık tek bir hedefi kalmıştır: Çocukluğunun geçtiği Florida sahillerinden görülebilen karşı kıyıya, yani Küba’ya yüzebilmek. Küba ile Florida arasındaki mesafe 165 km’dir! Bu hedef Nyad için çok güzel bir emeklilik planıdır. Bu mesafeyi yüzerek kat edecek ve sonrasında emekliliğe ayrılacaktır. 1978 yılında -29 yaşındayken- Florida sahillerine varabilmek için Küba’dan denize girer. Köpekbalıkları en büyük tehlikedir, bu neden ile yol boyunca bir kafes içinde yüzer Nyad. Ancak kırk iki saat boyunca dalgalarla boğuştuktan sonra esen şiddetli rüzgarlar nedeniyle etabı sonlandırması gerekir. Bu yenilgi Nyad için tam bir yıkım olur. Yaşadığı hayal kırıklığı nedeniyle 1979 yılında yüzmeyi bırakır. Ta ki altmışıncı doğum gününe kadar…
Nyad, altmışıncı doğum gününde varoluşsal sancılarının kucağında kendi ile bir iç hesaplaşmaya girer. Bugüne kadar neyi başardığını ve kariyerini neden sonlandırdığını sorgular. Bu iç hesaplaşma sonucunda otuz yıl önce hayalini kurduğu rotayı şimdi tamamlamaya karar verir. Yüzmenin tek başına bir spor gibi görünse de bir ekip işi olduğunu bilen Nyad, ekibini toplamaya başlar. Önce altmışında böyle bir mesafeyi yüzemeyeceğini düşünen arkadaşı ve antrenörü Bonnie Stoll’u ikna etmesi gerekir. Ardından köpekbalığı uzmanı, navigasyon uzmanı, deniz anası uzmanı dahil olur ekibe. Otuz yıl aradan sonra yeniden giriştiği bu işte bu kez kafessiz yüzecektir Nyad. İlk denemesini 2011 yılında yapan Nyad, saatlerce yüzdükten sonra akıntı nedeniyle sürüklendiği için durmak zorunda kalır. Ancak bu kez gençliğinde yaptığı gibi küsüp gitmek yoktur. Çünkü Nyad bilir ki bu etabı tamamlamak için genç bir bedene değil, beton gibi bir iradeye ihtiyaç vardır ve o da kendinde fazlasıyla vardır.
Nyad hayalini gerçekleştirmek için suya her girdiğinde başka bir zorlukla karşılaşır. Yaşanan zorluklar nedeniyle ona inancını yitirmeye başlayan ekibi de birer birer onu terk etmeye başlar. Nyad kendinden başka kimsesi kalmadığında daha da hırsla hazırlanır maratona. Bu kez hesaplaşması gereken son bir kişi kalmıştır hayatında. Onu dünya birincisi olmaya hazırlayan antrenörü Nelson yıllarca ona tecavüz etmiştir. Nelson’un taciz ettiği başka kız öğrencilerin olduğu yıllar sonra ortaya çıktığında hakkında şikâyette bulunulmuş ancak Nelson, hiçbir ceza almadığı gibi spor camiasındaki varlığını sürdürmeye devam etmiştir. Nelson’un ölüm haberini almasıyla, onun hiçbir ceza almadan bu dünyadan ayrılması Nyad’ı bir kez daha hırpalar ve bu kez Nelson’u ardında bırakabilmek için kulaç atmaya başlar. Nyad kulaç attıkça ekibi yeniden toplanmaya başlar. Bu kez başkadır. Altmış dört yaşındaki bir kadın dünyaya meydan okuyacaktır. Nyad, hayallerinin peşinden gitmek için asla yaşlı olmadığını ve asıl önemli olanın vazgeçmemek olduğunu tüm dünyaya kanıtlamak için son kez suya girer.
2023 yapımı filmin başrollerinde Annette Bening ve Jodie Foster bulunmaktadır.
Million Dollar Baby (Yön. Clint Eastwood, 2004)
Hayatta inandığımız bir amaç uğruna doğru yöntemlerle birlikte gerçekten çok çalışırsak yaşımız ve cinsiyetimiz ne olursa olsun başarılı olabilir miyiz?
Million Dollar Baby (2004), esasında film boyunca başarılı olabilmenin temel ilkelerini anlatır gibi gözükürken arka planda çok ama çok önemli bir ders veriyor. Öyle ki amaca giderken her daim aklımızda kalması gereken temel bir ders: Daima kendini koru.
Tüm hayatını ring üzerinde birbirinden efsanevi dövüşçüler yetiştirerek geçiren hocamız Frankie Dunn’ın hayatı Maggie ile kesişir. Maggie, boksa ilgisi olmasına karşın bu zamana kadar yanlış tekniklerle kendini bir türlü geliştirememiş hevesli bir sporcudur. Gece gündüz çalışmasına rağmen nasıl yumruk atılacağını bile bilmiyordur. Ancak Maggie’nin öyle bir hevesi vardır ki şayet Frankie kendisini çalıştırır ve eğitirse şampiyon olacağına adı gibi emindir.
Maggie’nin bu hevesine karşı çıkamayan Frankie, zaman içerisinde belki de kızıyla arasında kuramadığı bağı Maggie’yle kurar. Hayatı boyunca boksörlerine daima söylediği şeyi Maggie’ye de söyler; her şeyin ötesinde daima kendini koru!
İşte bu söylem filmin akışını tepetaklak edecektir. Dört dalda Oscar sahibi olan Million Dollar Baby, ringlerin ortasında, hırçın bir sporun içinde esasında hayatın en temelinde kim olursa olsun bilmesi gereken o dersi oldukça acımasız şekilde gösterecektir.
Rocky (Yön. John G. Avildsen, 1976)
Spor filmleri denince ter, aksiyon ve göz yaşı kavramlarının hemen ardından azim, umut, inanç ve pes etmemek gerçeklikleriyle karşılaşırız. Söz konusu gerçeklik, iradenin zaferi olarak adlandırılabilecek olayların sahneler boyunca sıralanmasıyla karakterin yolculuğunu oluşturur. Senaryosunu büyük bir motivasyonla yazan Sylvester Stallone, Rocky Balboa karakteriyle tıpkı spor filmlerinin kurguda geçirdiği evrim gibi büyük bir değişimin merkezinde konumlanır. Bir sinema efsanesi olan Rocky (1976), sekiz bölümlük boks külliyatının belki de en önemli filmi olarak dikkat çekmektedir. Hikâyenin konusu kadar Rocky’nin beyaz perdeye ulaşım yolculuğu da önemlidir. Rocky’nin senaryosunu bir haftadan daha az bir sürede yazan Stallone, yapım şirketi aramaya başlar; ancak Rocky rolü için yapımcılar Stallone’u bir türlü kabul etmezler. Uzun uğraşlar sonucunda Rocky rolünü oynamayı başaran Stallone, sinema tarihine geçecek o kült filmi seyircisiyle buluşturur.
İtalyan asıllı bir Amerikalı olarak işçi sınıfını temsil eden Rocky, boş zamanlarında boksla ilgilenmektedir. Geçimini tefecilik gibi karanlık işlerle sağlayan genç adam dünyaca ünlü bir boksör olmanın eşiğindedir. Yakın zamanda gerçekleşecek olan Dünya Ağır Sıklet Boks Şampiyonası (WBHC) seçmeleri için bir umut ışığı yakalayan Rocky, antrenörü Mickey ile çalışmaya başlar. Mickey, Rocky’deki serseriliği ve kötü yaşam tarzını onaylamayan, onu karanlıktan çıkarmayı uman yaşlı bir akıl hocasıdır. “Akıllı yaşlı adam” arketipiyle hikâyeyi destekleyen Mickey, karakterin dönüşüm yolculuğunda önemli bir yere sahiptir. Çünkü başlangıçta Rocky’yi kayıp giden, hayatını harcayan biri olarak görmektedir. Maddi yetersizlik sebebiyle profesyonelce bir çalışma gerçekleştiremeyen genç adam müsabakalara hazırlanırken yakın arkadaşı Paulie’nin kız kardeşi Adrian’a aşık olur. Toplumun alıştığı normlardan farklı olan Adrian içine kapanık, savunmasız bir genç kadındır. Hayata karşı sorumluluğu artan Rocky; Adrian, boks maçı ve kazanma ümidi üçgeninde yeni bir yaşamın temellerini oluşturmaya çalışır.
Hayata tutunma, kendini gerçekleştirme, ait olma gibi insana ait tutumların bir spor filminde yoğun biçimde sunulması Rocky’yi sadece eril bakışın hakim olduğu “male gaze” filmlerden ayıran önemli özelliklerden biridir. Hitap ettiği kitle genel olarak genç erkekler, boksörler ve kitle kültürü olarak anılan film, içinde barındırdığı aşk, sevgi, iyi insan olma gibi kavramlarla Amerikan kültür endüstrisinde kendisine yer edinmiştir. Ünü kıtaları aşmış bir film olan Rocky, dünya çapında efsaneye dönüşmüştür. Özellikle 70’ler sonrası kendine büyük bir pazar alanı sağlayan Amerika, Rocky sayesinde sinemasal gücünü ve kültür emperyalizmini de kanıtlama şansı bulmuştur. Sinematografisi, oyunculukları ve müzikleriyle bir sinema ikonu olan Rocky 1977 yılında düzenlenen 49. Akademi Ödülleri’nde En İyi Film, En İyi Film Kurgusu, En İyi Yönetmen ödüllerinin sahibi olmuştur. Aynı yıl bir Scorsese efsanesi olan Taxi Driver (1976) filminin de En İyi Film kategorisinde olduğunu hatırlamakta yarar var.
The Boys in the Boat (Yön. George Clooney, 2023)
Takım sporları, mikro düzeyde sınırlı sayıda bireyin bir araya gelerek takım ruhuna uygun ve uyumlu bir şekilde oyunu yönetmesine dayanır. Ancak makro düzeyde her takım, hem bağlı olduğu kurumu hem de uluslararası arenada ülkesini temsil eder. Bu nedenle spor, takım çalışmasının politikayla en içli dışlı alanıdır. The Boys in the Boat (2023)’un 1930’larda geçen hikâyesi de aynı kaderden nasibini alan, politik bir mevzuya doğru derinleşir. Washington Üniversitesi’nin kürekçi takımı, 1936 Berlin Yaz Olimpiyatları’na hazırlanmaktadır. Ancak Büyük Buhran Dönemi’nin fiziksel baskısı, takımın her üyesini de psikolojik olarak etkilemiştir. Ucu hemen her Batılı ülkeye dokunan bu buhran, uluslararası müsabakaları da tabir yerindeyse ülkelerin birbirleri üzerinde üstünlüklerini kanıtlayabilecekleri birer izzeti nefis meselesi hâline getirmiştir çoktan.
Böylesine kıyasıya baskıların bulunduğu bir yarış ortamında Joe Rantz ve takımı, nostaljik bir spor klasiği izletir bizlere. Dönem filmlerinin tarzına, üslubuna, hikâye akışına bütünüyle uygun olarak film, hepimizi neredeyse bir asır geriye götürerek mücadelenin evrenselliğini bir kez daha gösterir. Daniel James Brown’un kitaplaştırdığı, yaşanmış bir olaya dayanan hikâye, George Clooney’in objektifinde klasiklerin nostaljik tadına kavuşur. Annesi tarafından henüz küçükken terk edilen Joe, babası da iş bulmak üzere ayrılınca tek başına kalmış bir delikanlıdır. Hayata tutunabilmesinin tek yolu, spor faaliyetlerin destekleyen üniversitelerde yer edinebilmektir. Bunun için ‘dünya üzerindeki en zor spor’ olarak tanımlanan, o dönemin en gözde sporu kürekçilikten başka şansı da yoktur. Fakat çok az bedenin ulaşabildiği müstesna bir fiziğe ve ortalama bir insanın iki katı akciğer kapasitesine sahip olmak zorundadır.
Ne var ki Joe ve ekibini zorlayan esas şey, artık neredeyse kollarının uzantısı olan bir uzva dönüşmüş kürekler değil, her asılışta yeniden alevlendirdikleri umutlarını yitirme korkusudur. Zira içinde bulundukları dönem, her birini ayrı bir darbe ile sindirmiş, geleceğe dair hayallerinin parıltısını almıştır. Üstelik rakipleri, alanın en iyi Alman takımıdır ve ırklarının üstünlüğünü bu yarışta göstermeye son derece kararlıdır. Bu nedenle film, yalnız bir spor mücadelesinin çetin süreci olarak değil, politik arenada insanların umutları için hangi koşullara göğüs gerebileceğinin de bir savaşı olarak okunmalıdır. Başarı, azim, çalışmak, direnmek gibi kelimelerin fazlaca kullanımı, Büyük Buhran Dönemi insanının ilkelerini de ortaya koyar. Clooney’in sinematik bir şölenle beyaz perdeye taşıdığı ayrıntılı kürek çekme sahneleriyse sanatla politikanın nasıl özgün bir izlek oluşturabileceğini ustaca gösterir.
Spor klasiklerini özlemişseniz, nostaljik ve bir o kadar nefes kesici sahneleriyle The Boys in the Boat, umuda tüm kuvvetiyle asılan herkesi kayığına davet ediyor.
Everest (Yön. Baltasar Kormákur, 2015)
Everest’e tırmanmak, insanlık için yalnızca bir doğa sporu olmaktan çok daha fazlası olagelmiştir. Dağcılık hiçbir şekilde sıradan bir spor türü olarak düşünülemez, lakin Everest’e giden yola düşmek, zirveyi hedefleyerek ya da hedeflemeksizin, fiziksel zorluklarıyla baş etmenin yanı sıra çok ciddi bir psikolojik süreci de beraberinde getirir. Doğanın yalın şartlarında karlı yamaçlara kalın harflerle kazınan bir var oluş mücadelesidir atılan adımlar. Everest (2015) insanın hedefine ulaşma konusundaki kararlılığının sınandığı bu yolda yıllardır yiten nice hayatlardan iz bırakan bazılarını saygıyla ekrana taşıyor.
1996 yılında Everest Dağı’nda meydana gelen felaketin gerçek hikâyesinden esinlenen filmde Jason Clarke, Josh Brolin, Keira Knightley ve Jake Gyllenhaal’in aralarında bulunduğu ansambl oyuncu kadrosu öne çıkmaktadır. Yapım yılı olan 2015’te Venedik Uluslararası Film Festivali’nin açılışında gösterilen ve büyük beğeni toplayan Everest, berrak bir mayıs gününde dağın en tepesine varmış olmayı hedefleyen iki tırmanış grubunun hesapta olmayan bir fırtınayla karşılaştıktan sonra verdikleri hayatta kalma mücadelesini ele alır. Gruba katılan dağcıların her biri farklı bir motivasyonla bu yola çıkmıştır: Yedinci zirvesine çıkmayı kafaya koyan Yasuko, yaşadığı kasabadaki ilkokul öğrencilerinin topladığı parayla onlar için zirveye flama dikecek olan Doug ve dağlara tırmanma tutkusu ailesiyle arasında girmiş olan Teksaslı Beck… Ekip liderleri Rob ve Scott’ın önderliğinde zirveye ulaşmanın zevkini yaşadıktan sonra eski hayatlarına dönme yolculuğunda, son sözü her zaman dağın söylediği gerçeğiyle yüz yüze geleceklerdir.
Dayanıklılık, kararlılık ve arzularının peşinden koşmaya dair farklı hisler uyandıran Everest, büyüleyici görselliği ve manzara görüntüleriyle soluksuz izlenecek bir 2 saat vadediyor.
I, Tonya (Yön. Craig Gillespie, 2017)
Amerikalı artistik patinaj sanatçısı ve boksör Tonya Harding’in hayatının en önemli yıllarına odaklanan I, Tonya (2017); alışılagelen başarı hikâyelerinden biri değildir. Film, her anlamda klasik biyografi filmlerini yapı-bozuma uğratır. Hayatı boyunca dışlanıp hor görülen, başta annesi ve kocası olmak üzere herkesten fiziksel ve psikolojik şiddet gören Tonya, eksileri ve artılarıyla perdede boy gösterir. Varoş kızı olduğu için dışlandığı patinaj dalında ilkleri başarmaktan pistlerden men edilmesine, boks ringlerinde tükenip reality şovlarda harcanmasına kadar geçen süreç; Tonya için oldukça zorludur. Zira Tonya ailesinden, eril düzenden, elit kesimden, ama en önemlisi hayranları tarafından dışlanır. Tonya, tüm hayatı boyunca karşısına çıkan her türlü zorlukla tek başına mücadele ederek ayakta kalır.
Doksanlı yıllarda Amerika’nın en tanınan kişilerinden biri olan Tonya Harding’in hayatına odaklanan I, Tonya; her şeyden önce klasik bir sporcu biyografisi değil asla. Perdede henüz üç yaşındayken seyirciye tanıtılan Tonya’nın gittikçe yükselen ve zirveye oturan bir başarı hikâyesi yoktur. I, Tonya; aslında bir başarısızlık öyküsüdür. Üstelik Tonya’yı (Margot Robbie) bu başarısızlığa sürükleyen şartlar, yaşanılan talihsiz olaylar ve yanlış tercihler; karakterlerin bire bir ağzından öğrenilmektedir.
Her bir karakterin kendince anlattıklarını duymak, akıllara bir nebze Akira Kurosawa’nın Rashômon (1950) filmini getirmektedir. Mokumentary tarzındaki bu sahneler; paralel kurgu, hareketli kamera, dinamik plan-sekans tercihiyle birleşince filmin seyirciyi yakalamaması neredeyse mümkün değildir. En çok da dördüncü duvarın sık sık yıkılması, zaten merak uyandırıcı hikâyeyi daha da canlandırmaktadır. Tonya’nın ve Jeff’in sıklıkla kameraya bakarak bire bir seyirciye konuştuğu bu anlar, kilit öneme sahip mevzuların altını çizmesiyle de ön plana çıkmaktadır.
Bir başarısızlık hikâyesi olarak tanımlanabilecek filmin başarısızlığa odaklanan anlarını ele almak gerekirse; Tonya, adım adım tırmandığı, hayatta kendini önemli ve değerli hissettiği tek alan olan buz pistlerinden men edilmiştir. Bu süreçte zaten çevresinde bildiği iki kişi olan annesi ve kocasından da tamamen uzaklaşmış, yapayalnız kalmıştır. Buz pateninde uzmanlaşmak için eğitimini de yarıda bırakan Tonya’nın hayatta kalmak için çok seçeneği yoktur: Ya annesi gibi ömrünü garson olarak geçirecek ya da pistlerde alıştığı alkışları, sevgi gösterisini bir nebze de olsa ona hatırlatacak boks ringlerinde yumruk sallayacaktır.
Tonya tercihini bokstan yana kullanır. Zira şiddet Tonya’nın çok yakından tanıdığı bir şeydir. Hayatı boyunca ya annesinden ya da kocasından hep şiddet görmüştür. Ki annesi ve kocasından gördüğü fiziksel şiddetin yanında artistik buz pateni camiasının ona gösterdiği psikolojik şiddeti de unutmamak gerek. Buz pistine bir varoş kızı olduğu için yakıştırılmayan Tonya, sonunda sınıfının layık görüldüğü yere, ringe sürgün edilir. Fakat burada da hak ettiği ilgiyi göremez. Sonunda tüm hayatı ucuz bir roman gibi TV ekranlarında lime lime edilir.
Tonya; yaşadığı varoş semtlerde, alt sınıf insanların arasında hayatının yarı zamanını geçirirken diğer yarısında da Amerika’nın seçkin sınıfı ile bir arada olmak zorunda kalmış, hem çok sevilmiş hem de nefret edilmiştir. Böylece hiçbir tarafa tam olarak ait olamamış, hiçbir zaman benliğini gerçekleştirememiş, kendini bulamamış, mutlu olamamıştır.