Son dönemin yükselişte olan sinemalarından Güney Kore Sineması’nın ciddiyetiyle feci halde geren, koşturmasıyla soluksuz bırakan, şiir gibi anlatımıyla zır zır ağlatan, suskunluğundan asla taviz vermeyen, eleştirecekse tokatlamaktan helak eden, dişe diş, kana kan anlayışının önde gelen isimlerinden biri de Kim Ki-duk. Sarsıcı anlatımıyla, izleyicide mutlaka bir etki bırakan yönetmenin bu başarısı, kendisinin de “Beyazı anlatmak için siyahı çekiyorum” diyerek ifade ettiği gibi zıtlıklar üzerine kurulu anlatım tarzında yatıyor. 33 yaşında senaryo yazmakla başlayan sinema kariyeri boyunca her filminde rastladığımız bu tarza yön veren şeyse, şüphesiz ki yönetmenin oradan oraya sürüklendiği, askerlikten işçiliğe, çiftçilikten ressamlığa hayatın her alanından sıfatlar edindiği geçmişiydi. Ansızın içine düştüğü bu süreçlerden biri de sinemaydı ve Bad Boy (2001) ile işaretini verdiği üslubunun en kuvvetli ilanını ise 2003 yılında çektiği Spring, Summer, Fall, Winter… and Spring ile veriyordu.
Film, insan ömrünün çocukluk, gençlik, yetişkinlik ve yaşlılık gibi evrelerini mevsimlerle ilişkilendirerek tasvir ediyor. Dağların arasında kalan ıssız bir gölün ortasındaki Budist Tapınağı’nda geçen Spring, Summer, Fall, Winter… and Spring, sinematografinin zirvelerinde dolanırken, bu görsel şölenini benlik, olgunluk, maneviyat, öz, nefs, arınmak gibi konular üzerinden insanın derinliğine yaptığı yolculukla destekliyor. Bir keşiş ile onun öğrencisi arasındaki ilişkiden hareketle kurduğu kompozisyonunu, didaktikliğini dayatmadan, dozunda bir anlatımla izleyicisine aktaran filmin kurgusal yapısı, dört mevsimin ayrı ayrı işlenmesi ve her biri, insana ilişkin farklı bir noktaya atıf yapan bu parçaların bileşiminden doğan bir döngüden oluşuyor.
Mevsimlerin sıralanışı ve değindiklerine geçmeden evvel, onlara bütünlük kazandıran mekândan söz etmekte fayda var. Dışarısı ve içerisini etrafında duvarları olmayan kapılar üzerinden yansıtan Budist tapınağı, insanın bir inanca sığınmasının nedenlerine dair çarpıcı bir gösterge olarak çıkıyor karşımıza. Kendini doğadan ayırmayan, üzerinde olduğu gölün ritmiyle hareket eden tapınak, aynı zamanda sembolik kapılarıyla alanını muhafaza ediyor. Tapınağın doğayla kurduğu ilişki, onu benliğiyle bütünleştiren keşişte de görünüyor. İnancını yaşadığı yer olmasının yanında sığındığı, kendini koruduğu bu mekân, şeffaflığıyla bir mülkiyet olmanın çok ötesinde bir anlam taşıyor.
İlkbaharla başlayan döngü, varlıkların arasındaki ilişkinin yenilendiği, keşfetmenin, öğrenmenin, tanımanın ve ilklerin yaşandığı bu süreçle doğuşu tasvir ediyor. Merakının peşinde, kendini bütün toyluğuna kaptırarak doğanın deviniminde yer arayan insanın anlatımı, süreç olarak bahar, karakter olarak çocukla tamamlanıyor. Burada dikkat çeken asıl vurgu, şiddetin ilk olarak çocukluğa yaslandırılan bir bilinçsizlikle özdeşleştirilmesi durumu. Bu durum, küçük öğrencinin hayvanlara işkence etmesi, onlara gücünün yettiğini görebilmesi üzerinden işletiliyor. Yetişkinlik döneminde yeniden rastladığımız şiddetin, tohumlarını attığı çocukluktan farklı olarak bilinçli bir biçimde karşımıza çıkmasıyla, insanın varoluşuna ilişkin bir nitelik taşıdığı resmediliyor. Böylece yönetmenin neredeyse bütün filmlerinde işlediği şiddet ve varoluş ilişkisinin ilk demlerini Spring, Summer, Fall, Winter… and Spring’te yakalamış oluyoruz.
İlkbaharın ardından gelen yaz mevsimiyle birlikte çocukluktan gençliğe geçiş gerçekleşiyor. Yazın baharı katlayan hareketliliğiyle gençliğin özdeşleştirildiği bu dönemde, çocukluğun, boyutları çok sınırlı olan buhranlarının gençlikle yaşadığı dönüşümün üzerinde duruluyor. Daha çok dürtülerin ön plana çıktığı yazda, aşk, cinsellik, bağlanma ve öfke temaları öne çıkmakta. Yönetmenin birçok filmindeki gibi erkeğin ön planda olduğu Spring, Summer, Fall, Winter… and Spring’te kadın, aşk ve cinsellik temasıyla ilişkili olarak hikâyeye dâhil ediliyor. Kadının, hayvanların çiftleşme görüntülerinin ardından görünmesine ek olarak, sahiplenme bahsine de konu edilişi yaz bölümünün en ilginç yanlarından denilebilir. Mülkiyet bakımından ilk vurgunun kadını sahiplenme üzerinden yapıldığı bu bölüm, keşişin öğrencisine “Sahiplenme duygusu, öldürme isteğini doğurur” sözüyle daha da çarpıcı bir hâl alıyor.
Artık 20’lerinin sonlarına yaklaştığını gördüğümüz öğrenci, sonbaharla birlikte, yazdan birikenlerin zirvesine dokunuyor. Mülkiyet bahsinin açıldığı yazın ardından, modernle ilgili olarak ilk net dokunuşunu yapan film, sahiplenmeden doğan öfke ve nefretin, sonbahara konu olan ölüm, intikam, acı, silah, tutsaklıkla nereye vardığına dair bir işaret veriyor. Bunları keşişin ağzından çıkan “Erkeklerin dünyasını bu zamana kadar tanımadın mı?” repliğiyle perçinleyen yönetmen, bir yandan birçok filminde saflığın, dürüstlüğün, iyiliğin, merhametin temsili olarak yer verdiği ama buna eş olarak genellikle çok fazla acı çektirdiği kadına ilişkin göndermede bulunurken; diğer yandan “erkeklerin dünyası” ibaresiyle modern olana da laf dokunduruyor.
İnsan ve doğa ilişkisi üzerine kurulu anlatımına kışla devam eden Spring, Summer, Fall, Winter… and Spring, bütün mikropların, salgınların üzerine örtünen karın beyazlığı eşliğinde, özellikle de yazla başlayan ve sonbaharda daha da hiddetlenen insanın tıkanma sürecini aşmasını resmediyor. Kışla birlikte kendini silkinmeye, sil baştan başlamaya, değişime bırakan ve artık 30’lu yaşlarının ortalarına gelen öğrenciyi Kim Ki-duk’un canlandırdığı bu bölümde, olgunluk evresi işleniyor. Yakında bir yerde süren ve başına hiç de iyi şeyler açmayan modern hayattan kopup geri dönen karakter, yanına bırakılan küçük bebekle, bir anlamda başladığı yere, bahara dönerek döngüsüne devam ediyor. Son olarak, kapanış bölümü olarak karşımıza çıkan “Ve Bahar…” bölümüyle insan ömrünün döngüsel anlatımı, bir yandan yeni bir evreye girerken diğer yandan tamamlanıyor…
Kafamızı allak bullak ettiğine ve bizleri, bize ait olduğunu hissettiğimiz birçok şeyden uzaklaştırdığına emin olduğumuz moderne karşı savaşımızda derin düşüncelere bırakan Spring, Summer, Fall, Winter… and Spring, insanın doğumdan ölüme yaşadığı hayatın bütünselliğini gözler önüne seren bir film. Yaşamın mevsimlerin ve doğanın döngüsü aracığı ile aktarılmasıyla, insanın doğadan kopuşuna yapılan vurgu, hayli dokunaklı bir dille aktarılıyor. Böylece bir anlamda köklerinden uzaklaşan, yolunu kaybetmişliğinin varlığında açtığı derin oyukla oradan oraya çaresizce savrulan insana, kendimize ilişkin sorup durduğumuz “bir insan ömrünü neye vermeli?” sorusu cevapsız kalarak, içinden çıkılamaz, her yanımızı kemiren bir hastalığımıza dönüşüveriyor…