Derler ki öncesinde, zamanın da berisinde, hırçın dalgalar gibi savrulan saçlarından eflatun akan bir kadın gömülmüş karanlığa. Öylesine yokmuş ki adı, ancak zamanın dile gelmesinden sonra, çok sonra içinde daha fazla tutamayıp bir âdemin kulağına tam üç kez fısıldamış karanlık, sakladığı bu sırrı: Lilith, Lilith, Lilith. Kimselerin bilmemesi gerekiyormuş oysa bu ismi, kıyametin ilk harfiymiş çünkü Lilith. Ancak Âdem’in dili bu isme dokunur dokunmaz Lilith suya karışmış; ve toprağa ve havaya karışmış. Ve sonunda hepsinden mürekkep olan bir ten bulmuş dünyada bir kez olsun nefes alabilmek için. Bir kasabanın kıyameti olmuş böylece, güzeller güzeli Maléna.
Böyle anlatıyor efsane, ancak söz konusu topluma tutulan bir sorgu aynası olduğunda kimi sahnelerin efsaneden öte, yadsınamaz bir gerçeklikleri var. Böyle çarpıcı sahnelerden birinde, İtalyan sinemasının can damarlarından Giuseppe Tornatore’nin 2000 yapımı unutulmaz filmi Maléna’dayız.
1940 yılı, İtalya. II. Dünya Savaşı’nın patlak vermesiyle ülkenin düzeni altüst oluyor; pek çok kişi cephelerde savaşmaya giderken geride kalanlar bu durumun sosyal ve ekonomik yönüyle savaşıyor. Her ülkede bir nevi küçük kıyamet girdapları beliriyor yani. Ancak esas kıyameti getiren, yüzeydeki “ülkeler savaşı” değil. İlk defa insanla başlayan kıyamet, yüzyıllar sonra yine insanın kendi içinde doğarak, üstelik bununla kalmayıp dışarı taşarak çığ gibi büyüyor. Peki, nasıl bir çözüm bulunmalı bunun önünü almak için? Günbegün artan nefret, gerginlik, şüphe duygularını nasıl bastırmalı? Tarihin azimle tekerrür edişine bakılırsa insan, henüz kendisine bir ayna tut(a)mamış bu soruların ardından. Çünkü kabullenmekten önce reddetmeye meyletmiş her söylem: Bir günah keçisi bulmalı.
Nino (Gaetano Aronica) ve sıra dışı güzelliğiyle herkesin dikkatini çeken eşi Maléna (Monica Bellucci), savaştan hemen önce Sicilya’daki küçük bir kasabaya yerleşirler. Ancak savaş ilanıyla beraber Nino, karısını kasabada bırakıp cepheye gider. Böylesine genç ve son derece güzel bir kadının tek başına kalması, kaçınılmaz olarak kasabada çeşitli söylentilerin dolaşmasına neden olur. Kasabada ergenliğe yeni giren gençlerden biri olan Renato (Giuseppe Sulfaro) da Maléna’yla ilgili söylenenlerden haberdardır. Ancak Maléna’nın, onun hayatında bambaşka bir yeri vardır; kendisini ilk defa bir insan ve bir erkek olarak tanımaya başlaması, Maléna’yı ilk defa görüp güzelliğine tutulduğu gün gerçekleşir. Nitekim film boyunca olaylar nesnel anlatıcılıktan çok, Renato’nun bakış açısından ve kimi yerde bizzat onun düş dünyasından anlatılır.
Tornatore filmlerinin özgün tadı da kurgudaki tarihsel tanıklığın, karakterlerin yakın dünyası üzerinden verilmesinden ileri gelir. Usta yönetmen, bu anlamda tarih-birey dengesini çok yerinde ve kararında sağlar. Maléna’da bu denge, bir üst basamağa ilerleyerek belli bir dönemin yansımasının ötesine geçer; tek bir kadının yaşadıkları, ilk insanın yüzyıllar boyu süregelen vebaline döner. Renato’nun gözünde ve Maléna’nın etrafında bir sarmal gibi ilerleyen kurguda Maléna, kasabada yalnız kalmasının üzerine hakkında çıkan söylentilerin kurbanı olarak “çok güzel olduğu için” yargılanır, suçlanır, iftiraya ve tacize uğrar. Gerek insanların sarf ettikleri sözler, gerekse üzerinde türlü fanteziler kuran acımasız bakışlar altında hemen hiç kimseyle konuşmadığı bir hayat sürmeye başlar. Sesi nadiren duyulur, sanki tek varlığı bedenidir. Bu hâliyle tıpkı en değerli taşlarla süslenmiş, sımsıkı kapalı, dokunulmaz bir mücevher kutusudur. Ancak bu bilinmezlik ne kadar koyulaşırsa çevresindeki insanların ona karşı beslediği şüpheler, ortaya attıkları iftiralar ve sanılar da o kadar artar, haddini aşarak Maléna’nın hayatına tecavüz etmeye başlar. Sonunda bir gün Maléna, sarı saçlarından sürüklenerek kasaba meydanına getirilir. Bütün kıyafetleri, yalnızca bembeyaz teni ortada kalana dek kasabalı kadınlar tarafından son derece vahşi ve tüyler ürpertici bir şekilde yırtılır, paramparça edilir. Üstelik bir yandan yuhalamalara, sözlü hakaretlere, aşağılamalara uğrarken diğer yandan fiziksel şiddete maruz kalır. Saçları kesilir, tüm kadınlığı darmadağın olur; savunmasız ve çıplak bedeni yırtıklar, çürükler ve kan içindedir. Kasabadaki erkekleri baştan çıkardığı iddiasıyla bütün halkın içinde ibret olması için linç edilen Maléna, vücuduna gelen her tekmede, yumrukta ve hakarette sanki tüm insanlığın günahını sırtlanır. Nitekim gözleri dönen kasabalı kadınlar da bütün insanlıktan hıncını çıkarırcasına hırpalar Maléna’yı; tüm cazibesiyle Âdem’e yaklaşan Lilith’ten intikamını almak isteyen bir Havva gibi.
Maléna dayanamaz, nefesleri kesilmek üzeredir. Ama direnir. Son gücünü toplayıp ayağa kalkar ve kalabalığın ortasında bütün bu kıyameti yırtan bir çığlık koparır.
Kadınlara döner, “Şu yaptığınıza bakın” dercesine meydandadır perişan olmuş bedeni.
Erkeklere döner, “Bakışlarınız neden şimdi bana dokunmak istemiyor?” diye sorar çığlık.
O an çırılçıplak olan Maléna değildir; Maléna’yı bu noktaya getirene kadar hiçbir tacizi esirgemeyen, o acımasızca linç edilirken ise her şeyi yalnızca edilgen bir konumda izleyen erkekler ve kendilerinde eksik olan güzelliğe sahip olan hemcinslerini ilk fırsatta günah keçisi ilan eden kadınlardır. Siyah renkli utançlarından başka giyecek bir şeyleri yoktur üstlerinde. Oysa halkın üzerindekilerin aksine, Maléna’nın üzerinde kalan son giysi parçaları, teni kadar bembeyazdır; tüm günahların bedelini ödemiş bir melek kadar beyaz.
Ne anlatmak ister bize burada Tornatore? Bu linçin merkezinde kim vardır? Dikkat edilirse izleyiciyi esas dehşete düşüren, Maléna’nın başına gelenler değil; bu esnada kadınların büründükleri vahşi kimlik ve o zamana değin etkin bir konumda Maléna’ya cinsel olarak saldıran erkeklerin bir anda bütünüyle edilgen bir konuma gelişidir. Bütün insanlığın hıncının tek bir insandan çıkarıldığı bu sahne, dolayısıyla aslında toplumun bu süreçte içsel olarak büyüttüğü kin ve öfkenin, gerçek yüzünü göstermesidir, toplumun ilk defa bir ayna ile karşılaşmasıdır.
Ve yine kelimelere ihtiyaç duymaz Maléna. Her şeyin günah keçisi olan bedeni, hâlini anlatmaya fazlasıyla yeter.
Derler ki Lilith, dünyaya kıyameti getirdikten sonra bu kez kendi kıyameti gelmiş. Kimse kucak açmamış onun ağlayan gözlerine, kimse bir insan olarak kabul etmemiş onu kendi dünyasına. Ve Lilith anlamış burada bir yuvası olamayacağını. Eflatun saçlarını koyu pelerininin altına toplamış. Gerisin geri dönmüş geldiği yere, karanlığa. Siyahlara bürünüp ilk trenle geldiği bilinmezliğe giden Maléna gibi…
Rabia Elif Özcan, öyle satırlar yazmış ki, her bir kelime, her bir cümle film ile bütünleşmiş ve filmi efsaneleştirmiş. Ben, bu satırları okuduktan sonra, daha da hayranlık duydum filme. Ellerinize, yüreğinize, kaleminize sağlık.
Elinize yüreğinize sağlık. Lilith ile ilgili başka yazılarınızı da okumak isterim. Bir film ancak bu kadar güzel anlatılabilirdi.