Reha Erdem‘in ilk uzun metrajlı filmi olan A Ay, üzerinden geçen 23 yıla rağmen sahip olduğu tazeliği korumayı başarabilmiş, kolay kolay rastlanılamayacak filmlerden. Kişisel olarak en çok sevdiğim ve defalarca izlediğim film olan A Ay, beş yıl önceki ilk izleyişimdendir çokça kez yüreğimi yoklayıp durur. Sözcükleri ve sahneleriyle ferahlatan ve her seferinde tuhaf bir umut hissi vererek yanı başımda var olan bu film hakkında bir şeyler yazabilmenin zorluğunu belirtmek isterim. Bu yazı, her zaman sevgiyle andığım ve ne çok anlattığım, arkadaşlarıma doğum günü hediyesi olarak VCD’sini hediye etmekten ve izletmekten çok zevk aldığım A Ay üzerine ürkek bir denemedir. Bu denli izlediğim ve düşündüğüm bir filmi yazmanın çekingenliğiyle, filmin özel bulduğum yanlarına değinmeye çalışacağım. Yazıya başlamadan önce, filmi anlatıp durduğum, defalarca sözlerini tekrarladığım için bıkkınlık verdiğim arkadaşlarımdan özür dilerim.
Anlatılsın elbet, bütün hikayeler…
A Ay, tamamlanamamış ve daha yapılırken eskimeye başlamış bir konağın içindeki bir avuç insanın, gizemli ve hüzünlü geçmişlerine takılıp kalmalarının hikayesidir. Kahramanımız Yekta, halası Nükhet Seza ve dedesi Sırrı Bey ile bu devasa konakta yaşamaktadır. Küçük halası Neyyir ise onları sürekli ziyaret etmektedir. Kimi zaman kolon saatle kapıların kapatıldığı, az mobilyalı, çoğu odası boş, çürümüş döşeme tahtalarının gıcırdadığı bu ev Yekta ve Nükhet Seza için yuvadır. Nükhet Seza’nın en büyük gayesi konağı tamamlatmakken, Yekta’nın tüm derdi ölen (ya da kayıkla denize açılan ve dönmeyen) annesidir. İngilizce öğretmeni olan Neyir ise Yekta’yı bu konaktan kurtararak okula gitmesini sağlamaya çalışır. Neyyir’e göre Yekta bu harabeden, ölülerin hikayelerinin arasından çıkarılmalı, okula giderek bilimi tanımalıdır. Sırrı Bey ise odasında öylece yatar durur, dışarı çıktığı hiç görülmemiştir.
Gel zaman git zaman, Neyyir yeğenini konaktan kurtarmanın yollarını arar. Hafta sonları Yekta’yı adaya götürerek adaya alışmasını arzular. En büyük amacı ise kendi okuduğu liseye Yekta’yı kabul ettirmektir. Yekta adada Neyir’in talebesi olan Nuran ile dolaşır, birlikte çocuk başlı olduğu iddia edilen bir martıyı ararlar. Fakat ne olursa olsun Yekta adaya alışmayacaktır, çünkü aklı annesindedir. Annesi geceleri kayıkla evin önünden geçmektedir. Yekta annesini, annesi Yekta’yı sadece geceleri görebilmektedir.
O kadar yakın geçiyor ki, kürek sesleri duyuluyor…
A Ay’da her bir karakter bir yerlerde takılı kalmış gibidir. Yekta konak ile ada arasında, halaları ile annesi arasında kalmıştır. Nükhet Seza, ecdadının geçmişi ve bitirilemeyen konağın katları arasında, Nuran gözleri ile fotoğraf makinesi arasında, Sırrı Bey odasının dört duvarı ve günahları arasında kalmıştır. Neyyir ise görünüşe göre geçmişinden kendini soyutlamıştır, fakat o da tüm aile bireylerini sözüne getirebilmek için çaresizce didinmektedir.
Yekta şikayetçidir. Hiçbir şeyin işitilmediğinden, görülmediğinden, görmek için bakılmadığından şikayetçidir. Nükhet Seza tüm o hikayeleri, tüm o esrarı anlatır anlatmasına da Yekta’nın annesini görebilmesi hususuna gelince bunların rüya olduğuna sığınır. Nuran ise kendi gözüyle değil, fotoğraf makinesinin objektifinden dünyaya baktığı için hiçbir şey göremez. Neyyir içinse böyle meselelerin bahsi bile gereksizdir, saçmadır. Yekta’yı anlayan ve destekleyen yegane kişi ise adadaki terk edilmiş manastırın bekçisidir. Ne olursa olsun annesini dinlemesini Yekta’ya salık verir. Gerçek ile olan bağı en zayıf karakter Yekta gibi görünse de, aslında annesiyle ilgili tüm bu sorgulamaları yaptığı için yaşamı ve hakikati en çok deşmeye çalışan da yine Yekta’dır. Ötekilerinin ruhlarıysa sorgulamak ve görmek için yeterince duyarlı değildir.
Nedir bu tereddüt, geçilmiyor öteye…
Neyyir, Yekta’yı okula hazırlamak için ona İngilizce dersleri vermeye başlar. Manidar bir şekilde William Blake‘in “Infant Sorrow” şiirini Yekta’ya ezberletir. Infant Sorrow, dünyaya yeni gelmiş bir çocuğun içine düştüğü hayattaki çırpınışını, babasından kaçıp bitkin bir şekilde annesine sığınışını anlatır. Yekta bu şiiri ezberler. Çıktığı sehpanın üzerinden okur, ama defalarca okur, Neyyir’i çıldırtır. Kendi acısını şiiri tekrar ede ede haykırır haykırmasına da karşısında onu anlayabilecek kimse yoktur.
Yekta okula kabul edilir, elbisesi diktirilir. Konaktan ve annesinden koparılmaya hazırdır. Gitme vakti yaklaşırken halası Neyyir’den bir darbe daha alır. Geceleri penceresinden annesi ile buluştuğu odaya halası kilit vurmuştur. Yekta’nın hali hazırda yaklaşmış olan annesinden kopuşu daha da hızlandırılmış olur. O gece annesi ile buluşamaz. Sonrasında Nükhet Seza kilidi kırarak Yekta’nın odaya girebilmesini sağlasa da annesi gelmez. Bunun üzerine tersine bir yolculuğa çıkacaktır Yekta, fakat öncesinde kendiyle ve Sırrı Bey ile hesaplaşır. Yekta’nın duaları artık kabul olmayacaktır. Artık annesi gelmeyecek, kendisiyse çocuk kalamayacaktır. Her şey yarım kalmış, yolculuk zamanı gelmiştir. Annesi gelmese de onu denizde beklemektedir. Yekta kayıkla denize açılır.
Denizde çaresizce kürek çekmesi, sonradan başkaları tarafından karaya çıkarılması Yekta için önemli bir deneyim ve dönüm noktasıdır. Çocukluğundan, hayallerinden ve annesinden kopmaya hazırlanması bu olayın sonucunda çokça hızlanır. Yekta değişmiş görünmektedir. Yüzü gülmekte, okul fikrine sıcak bakmaktadır. Bu belki de dışarıdan görünen kadarı, yeni bir varoluşa geçmek için bir ara aşamadır. Yekta’nın içinde bir şeylerin öldüğü veyahut değiştiği bellidir belli olmasına, fakat bu değişim nereye çekilmelidir? Yekta hakikaten de gördüklerini inkar mı edecektir? Yekta artık yanık kokusu istemektedir. Bunlar zaten oyundur, uzlaşmaz ruhunun oynadığı oyunlardır.
Her şey işte böyle yarım…
Reha Erdem’in yapmaya çalıştığı şey Tarkovsky ve Bergman gibi büyük sinemacıların dertleriyle örtüşüyor: Filmin kendi kişisel zamanını, sadece kendinden menkul bir evreni yaratabilmek. Tüm bu yaratılan karakterler, davranış ve konuşma biçimleri, başta konak olmak üzere kullanılan tüm mekanlar ve yaratıcı görüntü-ses kurgusu filmin gizem dolu rüya atmosferini oluşturmak adına çok radikal bir şekilde ama hassas bir dengede durmasını da bilerek oluşturulmuş. Karakterlerin, Reha Erdem’in deyimiyle figürlerin, geçmişlerine, özlemlerine ya da ideallerine sıkışıp kaldığı halleri filmin ruhundaki hüznü oluştururken, rüya tabirleri, çocuk başlı martı hikayesi, kilise bekçisinin ifadeleri, okunan şiirler, sessiz sinema dönemini andıran biçimsel müdahaleler ve Vivaldi‘nin coşturucu müzikleri filmin sertliklerini törpüleyerek bir masal formuna kavuşmasına yardımcı olmuş diyebiliriz.
Erdem’in figür kelimesi üzerine olan ısrarı ise film kişilerinin temsil etmeye çalıştığı daha büyük bir resim ile alakalı gibi görünüyor. Nükhet Seza ve Neyyir’in belirgin çatışmaları ve sıkıntıları, Tanpınar‘ın eserlerindekine benzer bir geçmiş ile şimdi arasında bocalama haline benziyor. Yekta ise her ne kadar Nükhet Seza halasına benzer geçmiş zaman dertlerini üstlenmeye çalışsa da, çocukluğundan temelini alan duyarlılığı ve isyanı ile körü körüne bir kabullenmeye boğun eğmiyor, sorguluyor. Filmin temel dertlerinden biri olan gerçeklik meselesine bakış ise figürlerin temsil ettikleri üzerinden düşündürmeye çalışılarak, gerçekliğin kişisel zihin kalıplarına göre kurgulanan yapısı yansıtılmış. Bunu yaparken figürlerin sınırları çoğu kez belirgin bir şekilde çizilirken, nadir anlardaysa sınırlarını genişletmeye çalışırkenki çaresizlikleri gösterilmiş.
Filmin ana iskeletini oluşturan mekanların sadece üzerinde bulunan yerler olarak değil de sürekli beyinde taşınan ve hikayelere kaynaklık eden mekanlar olması filmin en önemli başarılarından. Filmin gündelik olan ile ilişkisi ise, Erdem’in yapay olan ile anlam yaratma gayesine bağlı bir şekilde ele alınmış. Konak içerisinde ya da adadaki yaşamda olsun, mutfak, tuvalet gibi yerler hiç kullanılmıyor. Hiçbir kişiyi yemek yerken göremiyoruz (sadece kahve içiliyor). Halaların hiçbirini Sırrı Bey ile alakadarken de görmüyoruz. Bu gibi minik detayların da yönetmenin filmi gerçekçi kılmaya çalışmak gibi gereksiz dertleri olmadığını göstermesi açısından önemli buluyorum.
Filmin özenle oluşturulmuş görüntü ve ses kurgusu, buna filmde geçen diyalogları da ekleyince, A Ay’ı benzersiz bir sinematografi ile donatıyor. Filmde işlevsel olarak yapılan tekrarlar, Yekta’nın uçurumdan atladığı sahneye bağlanan uçan martı sahnesi gibi enfes detaylar filmin coşkun bir hal almasını sağlıyor. İşitsel anlamda da filme dışarıdan ve sahnelerin kendi içerisinden yapılan müdahaleler, A Ay’ı tıpkı diğer Reha Erdem filmlerindeki gibi dinlenilerek anlamı çoğalan bir yapıya kavuşturuyor. Martıların kritik yerlerde yükselen sesleri, Yekta’nın uçurumdan atlamadan önce ağaçtaki martıları “Şşşşt!” diyerek susturması, Yekta’nın Sırrı Bey’e, annesine gideceğini söylediği sahnenin sonunda yüksek bir volümle ve aniden ses bandına giren Vivaldi müziği gibi müdahaleler buna verilecek birkaç örnekten bazıları. Karakterlerin edebi ve teatral duran tavır ve diyalogları ise filmin çekildiği 1989 yılından ziyade geçmiş bir zamanın gündelik yaşamına daha uygun görünmektedir. Hele ki günümüzün dili kullanım şekline bakacak olursak filmin ilk izleyişte bir yadırgama etkisi yaratacağı muhakkaktır. Fakat bu amaçlı tavrın filmin kendi kişisel zamanına uyumlu bir dil yaratma arzusuna denk düştüğünü, diyalogların gayet net, keskin ve anlamlı olmasının filmi özel bir konuma yükselttiğini söyleyebiliriz.
Evimiz ne kadar da büyükmüş halacığım…
A Ay’ın dertleri büyük, tonu ise yumuşak bir masal gibi. Bir yandan annenin yokluğu, öte yandan geçmişin heyula gibi çöken karanlığı ve gizemi. Özene bezene kurduğun dünyanı yıkıp geçmeye çalışan insanların arasında kendi gerçeğine sığınmaya çalışmanın yoruculuğu. Yine de Yekta’nın kaybettiğini, kalıba sokulduğunu sanırken gelen enfes final yüreğimize umut yüklüyor. Manastır bekçisinin unutulmaz tiradı eşliğinde gelen bu sekans önce afallatıyor sonra gülümsetiyor. Oynanan oyunları düşünmeye başlıyoruz tekrar. Üstümüzden geçen martıların masalında bundan sonra Yekta da var olacak.
Sayın Simon SAĞLAMOĞLU,
Senaristi ve Yönetmeni Reha Erdem ancak
AAY Sinema filmini irdeleyip duygu ve düşüncelerini bu denli yoğun anlatabilirdi, sizi yürekten kutluyorum,zira Yekta karekterini oynayan Yeşim Tozan ın annesiyim.filmin çekilen her karesini ben de izledim kamera arkasından… yıllardır ben de zaman zaman izlediğimde daha zenginleşmiş düşünce ve duygular içinde buluyorum kendimi.
HER İZLEDİĞİM FİLMDE, NASIL BİR DİPSİZ KUYUYA BAKTIĞIMIN AYIRDINA VARIYORUM.
çok güzel bir yorum olmuş, yürekten kutluyorum, eline sağlık.
Büyük bir özenle hazırlanmış, oldukça başarılı bir deneme. Kutluyorum sizi.