“Karanlık,” hepimizin yaşantısında ve zihin dünyasında bir alt metin olarak bekler. Sırası geldiğinde gizlenmek istenenleri yutar, kimi zamansa içten içe sindirilip büyütülen korkuları kovalar. Çevremizi böylesine kuşatmışken karanlıktan kaçış mümkün müdür? “Karanlıkta tutulan” ve bile isteye karanlığa atılan gerçekleri beyazperdenin büyüteciyle ele alan yönetmenimiz Tolga Toga ve Karanlıktan Kaçış filminin ortak yapımcısı Gülseren Çatalbaş, bu röportajımızda Türk sinemasına yeni bir soluk getirecek filmin hikâyesini bizlerle paylaşıyor.
Hayata zorlu başlayanların orta yolu yok sanırım; ya sonrasında silinen bir isme dönüşüyorlar ya da öyle güçlü bir tutunma hikâyesi yazıyorlar ki isimlerini unutmak mümkün olmuyor. Siz hem henüz çok küçük yaşta zorlu başlıyorsunuz ve her şeye rağmen yine zorlu olan yolu tercih ediyorsunuz. Üstelik hayatın bir defa değil, pek çok farklı kulvarda koşarak değişik şekillerde defalarca yaşanabileceğini de gösteriyorsunuz.
Yola Ankara’dan başlıyoruz; ortaokulda kıvılcımlanan bir futbol serüveni lisede alevleniyor ve süper lig takımlarında oynamaya kadar varmak üzereyken talihsiz bir sakatlanma sonrası bu öykü yarıda kalıyor. Hemen ardından Doğu Akdeniz Üniversitesi Radyo Televizyon ve Sinema Bölümü’ne girip bambaşka bir senaryo yazıyorsunuz. Hayatınızın önceki kısmına bakarak böyle bir beklentiye girmek zor; sinema ve televizyon ilginiz nasıl başladı, büyüdü, bir tutkuya dönüştü?
T.T. : Kanser sebebiyle çok uzun bir tedavi süreci geçirdim ve ilkokula neredeyse hiç gitmedim. Uzaktan sınavlarla geçtim. Tedavi sürecim tamamlanıp hayata tekrar tutunduktan sonra yüz yüze eğitime orta okulda başlamış oldum. Bu döneme kadar hiç sinemaya gitmemiştim; çünkü tedavin nedeniyle kalabalık bir ortama giremiyordum. Bir gün sinema bileti aldım okul sonrası, tek başımaydım. Nasıl bir şey olduğunu henüz bilmiyordum. Üstelik içeri girdiğimde salonda tek başımaydım. Tabii tecrübesizlikle daha iyi görürüm diye en öne oturdum. (Gülüyor) İlk sinema deneyimimi orada yaşadım ve çok etkilendim. Sonrasında annem ve kız kardeşlerimle birlikte, hastalık sürecim boyunca gidemediğim tiyatro, opera gibi kültürel mesailere gittik.
Ben kitap okumayı da çok seviyorum. Özellikle gençlik çağlarımda çok yoğun şekilde okudum ve hikâye anlatıcılığı hep ilgimi çekti. Ancak yine hastalığımdan dolayı sosyal ortamım çok olmadığı için nasıl anlatıcı olabileceğimi bilemiyordum. Ortaokulda ve lisede sosyal bir ortama girince kendimi ifade etme fırsatı buldum. Bu sırada yalnızca futbol değil, beyzbol da oynadım, kort tenisi, masa tenisi de oynadım. Aklına gelebilecek her sporu denedim. Yedi sekiz yıl çocukluğunu yaşayamayan birinin iştahıyla oynadım ve her alanda bir şeyler yapmaya çalıştım. Uğraştığım çeşitli aktiviteler içinde de futbolda başarılı oldum. Bunun üzerine uzun süre futbolla ilgilendim; yine de okumayı hiç bırakmadım. Özellikle spor macerasının gerektirdiği, şehirlerarası seyahatlerde kitapları elimden hiç bırakmadım. Hikâyeler, romanlar okumak, benim anlatı alanındaki iştahımı hep canlı tuttu.
Ben aslında üniversiteye futbol için gittim, ama bu sayede de radyo, televizyon ve sinema bölümüyle tanıştım. Bu arada üniversiteye kadar bilgisayarla aram da hiç iyi değildi. Yalnızca ufak tefek oyunlar sayesinde bilgisayara erişimim oldu. Bunun dışında bilgisayara karşı bir yönelimim de yoktu. Üniversiteye başlayınca bu bölümün aslında çok dijital temelli olduğunu gördüm. 2003 yılı dijital bir çağ olmamasına rağmen bulunduğum ortam, bende öğrenme isteği oluşturdu. Ben de öğrenmeyi çok seven biri olarak işin başına geçtim. Sanıyorum bilgisayarın başına oturup bir montaj programını çözmem yaklaşık bir ayımı almıştı o zamanlar.
Sonra kendimce bir yöntem buldum; Sevdiğim filmlerin sahnelerini birebir çekmeye çalıştım. Üniversite için değil, kendimi geliştirmek için yaptım. Bu da bana nasıl film çekileceğini otomatik bir şekilde öğretti. Aslında bu yolda ilerlemek isteyenlere tavsiye edeceğim şey, sürekli bir şeyler çekmeleri. Böylelikle çektikleri her sahnede, nelere ihtiyaç duyduklarını keşfedebilirler.
Üniversitede sahne çekimleriyle başlayan bu süreçte hikâyeler yazıp çekmeye yöneldim. Bu yüzden eğitim hayatım boyunca çok fazla kısa film çektim. Yaz tatillerinde de sektörü yerinde görmek için dizi setlerinde çalışarak tecrübeler edindim.
Yani ortaokulda başlayan sinema aşkımı lisede perçinledim; sonrasında pek çok filme, tiyatroya, operaya giderek bir sinema tutkusuna dönüştürdüm. Üniversite sonrasında da alanım dışında hiçbir şey yapmadım. Türk Tarih Kurumu’na otuz sekiz adet bandrollü eser yaptım. Kurtuluş Savaşı’nın yapıldığı yerleri bizzat adım adım dolaşarak Kültür Bakanlığı’na bu konuyla ilgili iki eser verdim ve vakıflarla ilgili de pek çok yapım üzerine çalıştım, reklam filmi çektim. Bu yoğun sürecin ve tecrübelerin ardından artık hazır hissediyordum; kendi hikâyelerimi anlatmanın, sektörde bir hikâye anlatıcısı olarak bulunmanın vakti gelmişti. İşte tam bu noktada Gülseren (Çatalbaş) Hanım’la yollarımız kesişti.
Oldukça etkileyici ve beklenmedik gelişmelerle dolu, uzun soluklu bir hikâye Tolga Bey. Ama Gülseren Hanım için de bir o kadar yeni bir başlangıç. Sizin sektöre dahil oluşunuz nasıl gerçekleşti Gülseren Hanım?
G. Ç.: Tolga ve Tahsin’le tanışmamız tamamen tesadüf diyebilirim. Ben beş yaşında Türkiye’den ayrıldım ve Amerika’da büyüdüm. Tatildeyken Tahsin’le tanıştık. Bir süre yapar mıyız, yapamaz mıyız diye şakalaşırken bir anda gerçeğe dönüştü. Eşim ve ailem de destekleyince güzel bir projeye başlamış olduk. Kadına, çocuğa şiddetin her türlüsüne karşı duran duyarlı bir proje bizimkisi. Hiç beklemediğimiz anda güzel bir tesadüf diyebilirim tüm bunlar için.
T. T.: Gülseren Hanım’ın şöyle bir özelliği var bu konuda. Normalde bu tür projelere başlandığında ilk olarak ne kadar gelir elde edileceği konuşulur. Ama Gülseren Hanım ne kadar kişiye ulaşabileceğimizi sordu yalnızca ve daima destekleyici bir tutuma sahipti. Bu yüzden ona çok teşekkür ediyorum.
2012 yılında kendi soyadınızı da taşıyan ve hâlen genel yönetmenliğini yaptığınız prodüksiyon firması Toga Medya’yı kuruyorsunuz. Böylelikle sayısız reklam, klip, sizi ve sinema filminin prodüksiyonuna imza atıyorsunuz. Fakat biliyoruz ki reklamcılığın matematiği ayrıdır, uzun metraj çalışmalarınki ayrı. Reklamcılık, sonraki sinema hayatınızı nasıl etkiledi? Bir reklamın matematiği ile sinema filmininki arasında en temel hangi farklardan söz edebiliriz?
T. T.: Bu filmin hikayesini hazırlarken reklamcılık matematiğini kullanmadım hiç. Tamamen, dünya çapında başarı elde etmiş uzun metraj filmlerin matematiğini uyguladım. İzlediğim filmlerdeki katalizörün nerede girdiği, ikiye bölünmenin hangi noktada yaşandığı gibi unsurları, dakika dakika yazdığım bir senaryoda işledim. Oyuncularıma bile dakikalı hikâye gönderdim. Çalışmalarımız sırasında da okuma provası yaptırmadım onlara, gelin karakteri konuşalım dedim. Ve uzunca bir süre karakterleri konuştur. Kafamda ki karakterleri en ince ayrıntısına kadar onlara anlattım. Tuvana Türkay, Serhat Teoman, Saygın Soysal, Burak Sarımola elbette her biri harika oyuncular ve karakteri yaşayarak oynadılar.
Bu sırada film ekibiyle de çok güzel ve doğal bir arkadaşlık kurduk. Film çekimlerimiz bittikten sonra bazen sabahlara kadar hep birlikte sohbet ediyorduk. Yalnızca filmi değil, hayatın her alanından konuşuyorduk. Bu doğal dostluğun, oyunculara ve filme de yansıdığını düşünüyorum.
G. Ç.: Evet, tüm ekip ailem oldu benim. Film çekim sürecinin de ne kadar zorlu olduğunu gördüm. Kimi sahneyi tekrar tekrar çektik. Hatta Tolga Bey’in on sekiz, yirmi saat çalıştığını gördüm. Ama bu yoğun emeğe değecek ve pek çok kişiye ulaşacak faydalı bir çalışma ortaya koyduğumuzu düşünüyorum.
Gelelim 2023 yılına; hikâyesi çok daha önceden örülmeye başlanmış ‘karanlık’ bir senaryoyla uzun metraj bir çalışmaya imza atıyorsunuz: Karanlıktan Kaçış. Orman evinde bir süre kalmaya gelen gazeteci Anıl’ın yolu, amnezi hastası Esin’le kesişiyor filmde. Esin’in zihnine daha yakından bakınca zamanla parça parça hatırlanan anıların tamamladığı, dehşetli bir portre ortaya çıkıyor. Türk sinemasında örneklerini daha sık görmeye başladığımız toplumsal yaralarımız da bir yandan, görmeye alışık olmadığımız bir sinema üslubuyla masaya yatırılıyor. Karanlıktan Kaçış’ın hikâyesi ilk olarak nasıl ortaya çıktı ve sonrasında şekillendi?
T. T.: Hayat içerisinde yaptığım iş sebebiyle çok fazla firmayla, insanla iletişim kuruyorum. Bunun sayesinde aslında filmin hikâyesi örümcek ağı gibi oluştu. Dinlemeyi çok sevdiğim için insanların çoğunlukla sohbet esnasında dikkat etmediği ayrıntıları, filmi kurgularken kafamda yazmaya başladım. Yalnızca bir kişinin hikâyesi değil ama bu, üç kadının birleştiği bir hikâye.
Söz konusu zihinsel ve psikolojik bir gerilim bağlamı olduğunda senaryo kadar oyunculuklara da bir hayli iş düşüyor. Filmin kastını oluşturma sürecinden biraz söz eder misiniz? Özellikle Saygın Bey’in canlandırdığı, histerik ve tekinsiz Çetin karakteri, sanki oyuncu için yazılmış gibi.
T. T.: Filmin oyuncularını belirlerken çok kısa sürede o kadar nokta atışı yaptık ki senaryoyu okuyan hemen herkes şu an filmin içinde diyebilirim.
İzleyici olarak sizin de şahsi görüşünüzü merak ediyorum Gülseren Hanım. Zira bu film özelinde izlediklerimizin, kadın ile erkek seyircide farklı tesir ettiğini düşünüyorum. Bir kadın olarak senaryoyu okuduğunuzda siz neler hissettiniz?
G. Ç.: Filmde izlediklerimiz aslında maalesef hepimizin başına gelebilecek şeyler. Mesela köy yerlerinde bizzat konuşurken başkanlardan biri, bunun gibi olaylar o kadar çok yaşanıyor ki dedi. Ama kadınlar yine de susuyor, korkuyorlar. Dolayısıyla bu filmin, kadınları cesaretlendirme yönünden güçlendireceğini düşünüyorum. Belki yardım alma, tedavi konusunda daha açık hâle gelebilirler.
Ayrıca bu film, kadının bambaşka bir güce sahip olduğunu da gösteriyor. Bizler, acı çekmeye öyle dayanıklıyız ki, filmde de bunu görüyoruz. Başta da dendiği gibi, “Her ağlayan güçsüz değildir.” Artık insanların, toplumun bu tür konulara ses çıkardığını görmek, bu tür konuların dillendirilmeye başladığını duymak umut verici bir şey.
Tabii benzer şeyler Amerika’da da yaşanıyor. Ama cezalar buradakine göre daha caydırıcı olduğu için hızlı müdahale edilebiliyor. Ülkemizde de buna yönelik adımların atıldığını Karanlıktan Kaçış gibi filmlerle görüyoruz.
Filmin genel atmosferine gizemli bir karanlık hâkim. Esin’in tarafında karartılmış bir zihin söz konusu; film, herkesin kaçtığı, fakat bir o kadar sığındığı, kurguladığı, koruduğu, sakındığı ayrı karanlıkları yansıtıyor. Sizin için bu “karanlık” nedir? Kaçmanın mümkün olduğu, ümit var bir karanlık mı yoksa tüm Esinlere atfedilmiş, susturulan ve üstü örtülen bir karanlık mı?
T. T.: İzleyicilerimize bu konu hakkında şunu söylemek istiyorum: Hikâyeyi anlamak için filmin sloganına çok dikkat etmek gerek. Her ağlayan, güçsüz değildir. Aslında bu cümle, filmin en çekirdeğidir. Senaryonun da çıkış noktası buydu benim için. Filmi izledikten sonra da bu cümleyi yeniden düşünmek, anlatılanları da anlamlı hâle getirecektir. Karakterler kendi karanlıklarından kaçarken de bu cümleyi yeniden yansıtıyorlar aslında. Hatta her birinin adı bile bu anlamda özellikle seçildi. Anıl örneğin; anlara anılara gönderme yapıyor. Sonra Çetin karakteri, zorlu bir kişilik. Ve her karakterin kendine özgü bir karanlığı, karanlıktan kaçışı ve motivasyonu var. Bu bakımdan, böyle bir kaygı gütmesem de filmde çok alt mesaj bulunuyor. Tüm bu ayrıntıları düşünerek izlemek lazım.
Filmin tüm katmanlarını açığa çıkarmak istemiyorum ama şunu söyleyebilirim: Biz bu çalışmayı yaparken aynı zamanda izleyicilere keyif alabilecekleri, üzerine konuşup tartışabilecekleri, doksan dakikalık bir eser ortaya koymaya çalıştık. Herkes farklı bir karakterin bakış açısıyla izlediğinde bambaşka mesajlar bulacak, çünkü her birinin motivasyonu bambaşka bir katman getiriyor. Bu yönüyle filmin sayısız kişiye ulaşmasını hedefledik esas olarak.
Önümüzde Sessiz Terapi adlı yeni yapımınız var vizyon tarihini bekleyen. Gerilimin matematiğini çözdükten ve gayet işler bir formülü Karanlıkta Kaçış’la beraber gerçekleştirdikten sonra özellikle gerilim alanında ilerlemeyi düşünür müsünüz?
T. T.: Sessiz Terapi aslında on dokuz adet uluslararası ödül almış bir film. Sinema için de uygun bir film ama dijitale vereceğiz bu eseri. Burada da olduğu gibi insan ilişkilerini ve kişileri gergin bir atmosferde kurgulamak hoşuma gidiyor. Yine de tamamen gerilim alanında ilerleyeceğim diyemem.
Üstü örtülen, susturulan, karanlığa atılan tüm mağduriyetlerin sesini duyurarak hepimizin adına ilk adımlardan birini atan Tolga Bey ve Gülseren Hanım’a teşekkür ediyoruz. Ve ışıkları kapatarak her dakikasında ayrı bir gerilimin tadını duyumsayacağınız Karanlıktan Kaçış’la sizleri baş başa bırakıyoruz.