Tarih, kendi sesini bulan kadınların dünyayı nasıl değiştirdiğine dair hikâyelerle doludur. Kimi bunu kalemiyle kimi bilimiyle kimi ise Maria Callas gibi şarkı söylerek yapmıştır. Ünlü Şilili yönetmen Pablo Larraín, Maria (2024) filminde opera dünyasının unutulmaz divası Maria Callas’ın hayatının son günlerini mercek altına alır. Jackie (2016) ve Spencer (2021) ile Jackie Kennedy ve Prenses Diana’yı odağına alan yönetmen, Maria ile gayriresmi olarak 20. yüzyılın ikonik kadınları üçlemesini tamamlar. Üçlemenin ilk iki filminde olduğu gibi son filminde de karakterin içsel dünyasına yapılan bir yolculuk söz konusudur.
53 yaşındaki Maria Callas, sağlığının bozulduğu, sesinin eski gücünü kaybettiği günlerde, geçmişin izleriyle dolu bir zihinde yaşamaktadır. Sakinleştirici ilacı Mandrax’ın etkisi altında, gerçek ile hayal arasında gidip gelmektedir. Filmde, bir belgesel ekibinin Maria ile röportaj yapmak üzere evine gelmesi hikâyenin başlangıcıdır. Ancak, muhabirin adının Mandrax olması bu sahnelerin de birer hayal ürünü olabileceğine işaret eder.
Filmin genel yapısı, klasik biyografilerden farklı olarak bir ağıt atmosferine hâkimdir. Minimal diyalogları ve ağır temposuyla Maria, şiirsel bir deneyim sunar. Fakat bu yaklaşım tarzı, sabırsız izleyiciler için zorlayıcı olabilmektedir. Pablo Larraín filmlerinin alametifarikalarından biri, görsel dünyasında saklıdır: hem Maria’nın ruhsal durumunu hem de 1970’lerin Parisi’ni büyüleyici bir estetikle perdeye yansıtarak En İyi Sinematografi dalında Oscar adaylığı elde eder.
Filmin kalbinde kuşkusuz Angelina Jolie’nin performansı yer alır. Hem karakterin egosunu hem de içindeki yalnızlığı sahici bir şekilde yansıtır. Angelina Jolie’nin partneri olarak usta oyuncumuz Haluk Bilgineri’i görmek ise sinemaseverler olarak bizleri oldukça heyecanlandırdı. Bilginer, Maria’nın hem en büyük aşkı hem de en büyük trajedisi olan Yunan armatör Onassis’i canlandırmaktadır. Filmde fiziksel olarak çok yer kaplamasa da Onassis’in gölgesi her an hissedilir. Bilginer’in Onassis yorumu; karizmatik, bencil ve pişmanlıklarının gölgesinde kalan bir adam olarak karşımıza çıkar. Fakat karakter, Maria’nın perspektifinden anlatıldığı için derinlemesine işlenmez.
Bir opera divasının hayatını anlatan bir filmde müzik, elbette ki sıradan bir film müziği olmaktan çıkarak izleyiciye daha fazlasını vaad eder ve Maria bu konuda izleyiciyi mest edecek tercihler yapmaktan geri kalmaz. Maria Callas’ın Prima Donna dönemlerini anlatan sahnelerde, Callas’ın gerçek sesi kullanılır. Ancak işler karanlık bir döneme girince yani Maria güçten düşüp ilaçlarına bağımlı hâle geldiğinde, Callas’ın yerine mikrofonu Angelina Jolie alır ve İtalyanca şarkıları kendi sesiyle söyler. Bu beklenmedik tercih, yönetmenin seyirciyi şaşırtan yaratıcı bir dokunuşudur. Bir diğer ilginç durum ise Onassis’in Maria’yı bırakıp yönetmenin ilk filmindeki Jackie ile evlenmiş olmasıdır. Farklı filmlerinde ele aldığı karakterlerin dünyalarını birleştiren yönetmen, filmografisinde bir devamlılık yaratır.
Maria Callas, dünyadaki en güçlü seslerden birine sahip olmasına rağmen sesini nasıl kullanacağına kendi başına karar verememesi hayatının en büyük trajedisidir. Çocukken annesi, Maria’yı Nazi askerlerine şarkı söylemeye zorlar. Yetişkinliğinde Onassis, ilişkileri boyunca sahneye çıkmasını engeller. Onassis’ten sonra yeniden şarkı söylemeye çalıştığında ise gazeteciler, Maria’nın sesini bulma çabasını sansasyonel bir magazin malzemesine dönüştürür. Hayatının farklı dönemlerinde, sesi ya pazarlanan bir meta ya da susturulması gereken bir tehlike olarak görülür. Bu olaylar, kadınların tarih boyunca maruz kaldığı baskıların birer yansımasıdır. Maria gibi olağanüstü yeteneklere sahip kadınlar bile anneleri, partnerleri ve toplum tarafından kontrol edilmek ve yönlendirilmek istenmiştir. Maria’nın “Artık yalnızca kendim için şarkı söyleyeceğim” sözü, filmde güçlü bir alt metin olarak işlenir. Bu bağlamda film, sadece ünlü bir sanatçının biyografisi değil, bir kadının kendi sesini geri kazanma ve ona sahip çıkma mücadelesine dönüşür.