Le Chef (2013), Türkçe adıyla Şeflerin Savaşı, ülkemizde henüz vizyona girecek olan Fransa – İspanya ortak yapımı bir komedi. Daniel Cohen’in yönettiği filmin başrollerini Jean Reno ve Michaël Youn paylaşıyorlar.
Otuzlu yaşlarının başında, deneyimsiz ancak tutkulu aşçı Jacky (Michaël Youn) ile artık alanında markalaşmış ve üst sınırdaki ‘yıldızlı’ başarısını korumaya çalışan ünlü şef Alexandre Lagarde’ın (Jean Reno) tesadüfi karşılaşmasıyla gelişen olayları konu alan bir film, Le Chef.
Jacky, yemek pişirmeye yönelik herhangi bir eğitim almamıştır ancak mutfağa olan merakının yoğunluğu, onu ünlü şeflerin kitaplarının kurdu haline getirmiştir. Okuyup öğrendiklerinden sonra zaman içinde kendi tarzını ortaya koyabilen bir yaratıcıya da dönüşmüştür ama çevresindeki herkes dışında, sadece kendisi farkındadır bu durumun. Hamile sevgilisi tarafından da sabit gelir elde edebileceği işlerde çalışmaya zorlanan Jacky -kendini tanımlama biçimiyle Mutfağın Mozart’ı– keşfedilip, kıymetinin bilineceği günü beklemektedir.
Öykünün başında kendine en büyük engel yine kendisi gibi görünen Jacky, çok iyi bir aşçı olmasının yanında, mükemmeliyetçi ve agresiftir de. Öyle ki işe girdiği orta düzey lokantalarda mutfaktan çıkıp müşterilerin hangi yemekle hangi içkiyi eşlediklerine karışarak, işçilerin uğrak yeri olan lokantalarda ise onların yemek zevklerini ve alışkanlıklarını bütünüyle reddeden menü önerileriyle saldırganlaşabilmektedir. Dört haftada, çalışmaya başladığı dört farklı lokantadan da tavırları sebebiyle kovulunca aşçılığın ona göre olmadığına karar vererek, sevgilisinin de baskısıyla bir huzurevinde boyacılığa başlar. Ancak daha ilk iş gününde, pencere çerçevelerini boyarken zaafına engel olamayıp huzurevinin mutfağına da sızmayı başarır. Sonuç elbette felakettir, çünkü değişimden korkan ve rutini seven yaşlıların menüsünü değiştirmesiyle birlikte mekanda küçük çapta bir isyana sebep olur. Boya fırçasını alır, artık pes etmesi gerektiğine inanarak mutfağa girdiği pencereden dışarı çıkar yeniden.
Yolda yürürken neredeyse her kadın tarafından çevrilip sorular sorulan ünlü şef Alexandre Lagarde’ın derdi ise bambaşkadır. Şefi olduğu, ülkenin en iyilerinden biri olduğu ispatlanmış ‘Cargo Lagarde’nin yöneticisi Stanislas Matter’a (Julien Boisselier) göre Alexandre, eski kafalı ve kendini artık yenileyemeyen bir şeftir. Sözleşmelerine göre onu kovabilmesinin tek yolu, Alexandre’nin restorana yıldız kaybettirmesidir. Bu yüzden de her türlü baskıyla, ünlü şefin mutfaktaki her anını işkenceye çevirir. Moleküler gastronomi zamanın yükselen trendidir ve Alexandre bu trendin çok gerisindedir.
Birbirine yardımcı olabilecek iki kişidir Jacky ve Alexandre, hayat da onları olabilecek en eğlenceli şekilde karşılaştırır. Jacky, Alexandre’ın bir nevi gençliğidir. Ekibi tarafından hiçbir tarifi sorgulanmayan ve sonsuz itaate sahip olan şef; Jacky’nin gelişiyle tarifleri teklifsizce değiştirilen ve sorgulanan, hatta işine yönelik tutkusunu kaybetmekle itham edilen birine dönüşür. Tüm bunlar iki aşçıyı hep yüksek gerilim hattında tutuyor gibi görünse de oldukça besleyici ve yapıcı sonuçlar doğurur. Yüksek yıldızlı restoranların adamı olup, zevk için pişirmeyi unutan Alexandre; Jacky’nin inatçılığı sayesinde sahip olduğu ve sunduğu her şeyi revize etmek zorunda kalır.
Şeflerin arasındaki klasik rekabetten ziyade, gelişen işbirliğinin endüstriye olan savaşıdır aslında tüm yaşananlar. 21 Kasım’da Başka Sinema salonlarında vizyona giren olan Le Chef, hayatı yemekler üzerine kurulu iki adamın hayatları üzerinden akan eğlenceli, çekişmeli bir film. Standart durum komedisi akışından az da olsa sıyrılabilmesini ise tüm oyuncuların, başarılı performanslarıyla seyircileri baştan sona diri tutmayı başarabilmesine borçlu.