Zekican SARISOY
Uzandığım Yerden Başka Bir Yere Konuyorum
Erkan Tahhuşoğlu’nun yönettiği Döngü (2024) ile 35. Ankara Film Festivali’nden En İyi Kadın Oyuncu Ödülü’nü kazanan Serpil Gül ile filmin hikâyesi, oyunculuk pratiği ve karakter yaratma sürecine dair bir söyleşi gerçekleştirdik.
Döngü, Erkan Tahhuşoğlu’nun üçüncü uzun metrajlı filmi. Başrollerinde Serpil Gül, Emel Göksu, Tuğçe Yolcu ve Süleyman Karaahmet’in yer aldığı film, bir iş kazası sonrasında yaşananları merkeze alıyor. Sevim (Serpil Gül) gündelikçi bir kadın ve içinde kaldığı bir kriz var. Olayla tek ilişkisi orada bulunmuş olması aslında. Bir arabuluculuk hikâyesi anlatıyor yönetmen Tahhuşoğlu. Görüntü yönetimi İlker Berke’ye, kurgu aynı zamanda filmin yapımcılarından biri olan Selda Taşkın’a, sanat yönetimiyse Levent Uçma’ya emanet.
Tahhuşoğlu’nun ilk uzun metrajı olan Kalanlar (2018) ritmini, açık etmediği bir tarihsel zemin üzerinden kuruyordu. Yönetmenin sinemasında gösterilen mekânın içinde gösterilmeyen bir zamansallık vardır. Yönetmen, bir anlatıcı olarak kendisinin işaretlemekten imtina ettiği bir ‘sır’ olan tarihin içine girdiğinin pek tabii farkındadır. Orada bir ipin çözülmesi gibi izleyicisini dolaştırır. Yönetmenin ikinci filmi, Koridor (2021) ise Emel Göksu ve Ayşe Demirel’in şahane kollarındadır. Bu karakterler, mekânı taşıma vazifesinden ziyade mekânı yine bölme vazifesi görürler. İki karakterin büyüsü burada başlar. Anlatıcı kolaya kaçmadan, yani iki yaş eğrisini birbirinden uzak tutmak yerine birbirine yakın tutar. İki kadının jenerasyonu neredeyse aynıdır. Döngü bu iki filmin sözünü dinlerken artık zaman ve mekân meselesini iki ayrı kefeye koyar. Bu iki kefedeki ağırlığın bir yolunu bulup buluşması gerekiyordur. Bunu yapmak için hem izleyicisini hem de ana karakterlerinden Serpil’i bir labirentin içine bırakır. Başladığı ya da bittiği bir yer yoktur, kendisine koşan bir labirent vardır.
Projeyle ilk buluşmanız nasıl oldu?
Emel Göksu vasıtasıyla oldu. Yönetmenle Koridor’da birlikte çalışmıştı. Yönetmeni tanıyordu. O dönem henüz Koridor’u izlememiştim ama Emel Hanım ile Ankara Devlet Tiyatrosu’ndan beri süregelen dostluğum vardı. Bir gün beni aradı ve filmden bahsetti. Yönetmenin öncelikle bir moodboard çekmek istediğini ve Ankara’ya geleceğini söyledi. Bir gün boyunca üç dört sahnenin çekileceği bir çalışmaydı bu. Emel Hanım senaryoyu okumuştu ve yönetmeni çok sevdiğini, güvendiğini iletmişti. Senaryoyu bana da gönderdi ve okumamı istedi. Benim için Emel Göksu geri çevrilemez bir insandır ve çok değerlidir. İnsan olarak ve oyuncu olarak çok sevdiğim bir yerde duruyor. Dolayısıyla okudum ve içinde olmak isteyeceğim hikâyelerden biri karşımdaydı. İçinde olmak istediğim bir dertti. Gerçekten ben yazsam böyle bir derdi yazmak isterdim. Hemen tamam dedim ve yanıma birkaç kostüm alarak Emel Hanım’ın ablasının evine gittim. Erkan ile karlı bir Ankara sabahında tanıştık. Giyindik, saçı başı hazırladık ve bir kamerayla dışarı çıktık. Dört beş sahne çektik. Filmin mood çalışmasını o sahneler üzerinden hazırladı yönetmen. Ben esasında benimle çekmek istediğini düşünmemiştim. Bir sene gibi bir süre zarfından sonra filmi benimle çekmek istediğini söyledi. Yani biz filmi çekmemiş olsaydık da ben kendisini bir dost olarak çok seviyorum doğrusunu söylemek gerekirse.
Filmin derdini verdiğini düşünüyor musunuz?
Evet, düşünüyorum. Ben bir filmi seyrederken hikâyeye odaklanan biriyim. Çok teknik ihtiyaçları üzerinden bir filme yaklaşmam. Bildiğimi de düşünmem. Bilmeye çalışmam bilinçli olarak. Saf bir hikâyeye uzanmak isterim. Senaryoyu daha okurken bu derdi verdiğini görmüştüm. Açmazları olan ve benim de kafamda soru işaretleri yaratan bir senaryo oldu. Bu beni çeken bir şeydir. Seyrettikçe derdini anladım diyebilirim. Sonrasında bir, bir buçuk yılın ardından takvim belli oldu. Zoom üzerinden birkaç haftaya yayılan provalar yapmaya başladık. Emel Göksu ile onun evinde buluşarak, çevrim içi ve ayrı alanlarda birçok prova aldık.
Bahsettiğiniz süreç pandemi öncesine mi denk düşüyor?
Aslında pandemi sonrasına tekabül ediyor. Tam iki sene önce seti bitirmiştik.
Kendi karakterinize baktığınızda hikâyenin tamamlanmış olduğunu görüyor musunuz?
Kendi karakterim tamamdı. İlk okuduğumda senaryoda acaba bu neye işaret dediğim, sorular sorduğum yerler vardı. Bunları yönetmene sormadım. Çalışırken çok fazla bilgi sahibi olmayı sevmiyorum. Çünkü bilgi her zaman oyuncuya iyi gelen bir şey değil. Orada olmak ve bulunmak, oradaki sorularla baş başa kalmak bana daha fazlasını veriyor. Çalışırken yönetmenin tarif ettiği şeyin içerisinde gezinirken çok emin olamadığım yerler ya da şüpheyle baktığım yerler oldu ama bunun karakterin şüpheleriyle örtüşmesini istedim. Çünkü hayatta hiçbir zaman net bilgi sahibi ve kararlı olarak adım atmadığımızı düşünürüm. Ben en azından genel anlamda öyle biriyimdir.
Karakterinize müdahale ettiğiniz noktalar oldu mu?
Ben müdahale de etmem. Benim tiyatroda da yaklaşımım biraz böyledir. Yazarı ya da oradaki yönetmeni önemserim. Senaryo geçmişim var bir yandan benim. O yüzden müdahale etmem aslında. Her türlü hikâye anlatılabilir. Ortada bir hikâye olmayabilir de. Bir film çekilmiştir günün sonunda. Yönetmenin kafasında bir resim vardır. Sen araçsallaşır ve resmin bir bölümünü doldurmaya başlarsın. O senin kafanda olmayan bir şeyi meydana getirir ve hikâyenin kendisi oluverir. Şimdi buradan bakınca ben o kişinin kafasındaki hayalin kendisini bilemem. Oraya nasıl müdahale edebilirim? Ya da edebilir miyim?
Peki, bu kadar sınırların net olması çok riskli değil mi? Bazen oyunculuğun yol üstünde bulunacağına inanırım.
Sadece film çalışırken değil tiyatro çalışırken de yadsınamaz bir insan faktörü var. Bir araya geldiğimizde başka bir şey olur ve belki de oraya başka bir şey ya da başka birini dâhil etmek gerekebilir. Ama yine de buna dışarıdaki o gözün karar vermesi gerekir. İçeriden bir oyuncu olarak kendimi ve kendimizi göremeyeceğimizi düşünürüm. Böyle bir yaklaşımım var. “Yaklaşmamam” var aslında. Nihayetinde dışarıdaki birinin o kararı vermesi gerekir. O karar da risklidir üstelik. Kişinin hayal gücüyle sınırlısındır. Ama bir yandan bu işin tabiatı da böyledir. Hiçbir oyunculuğumuz bir diğerinden daha iyi ya da kötü değildir. Daha ziyade mükemmel olan erişilemez olur. Çok beğendiğim ya da beğenmediğim işlerin içinde de yer aldım. Bu bir karar eni sonu. Yönetmene ya da hikâye anlatıcısına teslim olmaktır.
Anlamak için nasıl metotlarınız var?
Yönetmenle ilişki kurarak, konuşarak ve anlamaya çalışarak. Yönetmenin kafasındakini anlamaya çalışıyorum. Anlamadığım zaman prova esnasında anlayacağıma dair bir hissim vardır. Prova çok iç açıcı bir şey. Tiyatrodan bizim çok ciddi bir alışkanlığımızdır bu. Yönetmen olarak Erkan’ın kendisi de provaya çok güvenen biriydi. Bu anlamda çok rahat ettik. Anlamadığım şeyleri de oynadım.
Bu filmden mi bahsediyoruz?
Bu filmde de var ama genel olarak vardır hep. Her şeyi anlamaya çalışmayı anlamlı bulmuyorum. O zaman çok tarifli bir şey oynarsın. Daha evvel söylediğim gibi oyuncu bir araç. Bunu düşünürüm. Oyunculuğu önemserim ama işçi bir tarafının olduğunu da hatırlarım. İşçilik de bir meseleyi mümkün kılmak için çalışır çünkü. Tek başına o mükemmelliğe, mükemmel oyunculuğa inanmam. Hikâyeyi iyi taşıyan oyuncuya inanırım.
Çok prova aldınız mı?
Aldık. Tiyatroya oranla çok sayılmaz ama benim, içinde olduğum en fazla prova aldığımız projelerden biri oldu. Genelde filmlerde bir miktar çalışır ve çekime geçeriz. Yüz yüze bir prova süreci aldık. Sonra Zoom üzerinden devam ettik. İstanbul’da gelebilen oyuncularla bir hafta on gün kadar mekânda filmi baştan sona çalıştık. Gelemeyenler ile yönetmen karşımızda oynadı (gülüyor). Çok oyuncu odaklı bir çekim süreciydi. Oyun olmadıkça geçit yoktu diyebilirim.
Filmde en küçük rolden en büyüğüne herkesin kendisini rahatça ifade ettiği bir denge var. Karakterlerin hiçbiri iki boyutlu değil ve hepsinin mücadelesine tanık oluyoruz. İster istemez şunu düşünüyoruz: Bu dengeler ayrıca çalışılmış.
Orada oyuncunun çok değerli olduğu ama oyuncu olduğu için değil karakteri özelinde değerli olduğu kıstası var. Biz o karakterleri oynayacak kişiler olarak değerliyiz. Sadece salt oyuncu olduğumuz için değil. En küçük oyuncumuz Zuhal’e hayat veren Reyyan Sevim Bülbül’le sahnelerimiz aynı değer verilerek çalışıldı. Bu filmdeki farklı olan şeylerden biri de budur. Çok konforluydu. Benim için değerli bir tecrübe oldu. Filmi yüksek bir yere koyduğumuz için değil. Film çıktı bizden. Oyunculuk da öyle… Sevilir ya da sevilmez.