“Ey iman edenler! Adil şahidler olarak, Allah için, hakkı ayakta tutun. Bir topluluğa olan kininiz, sizi adaletten alıkoymasın. Adalet yapın. O, takvaya daha yakındır. Allah’tan korkup sakının. Şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızdan haberi olandır.” (Maide 5/8)
İslam; inancın merkeze alındığı bir yaşamda, her canlının eşit fıtratta var olduğunu söyler bizlere. İşte “takva” bu nedenle, Kur’an’ın biz insanlara, ancak ilimce farklılık gösterebileceğimizi belirten en önemli ifadesidir. Takva olgusu, insanı bâtıla da götürebilir bâtına da. Yani, bu basamağın eşiğinde yer alan ilim, farkındalıkla ya da bu farkındalığın içtihatta hazmedilmesi ile ancak gerçekleşebilir. İşte yukarıdaki ayet, takvaya taliplilerin, insanlığa ve dünyaya karşı içtihat dünyalarında barındırmak zorunda oldukları bu farkındalıktan bahsetmektedir. Yani ülkemizde çoğumuzun hazmında olmayan bir olgudan söz ediyoruz.
Yeni Sinemacılar’ın önemli bir eseri olan Takva (2005), günahları ve sevapları ile Türk Sineması’ndaki kült yapıtlardan biridir. Marksist senarist Önder Çakar’ın kaleminden çıkma bu eserde tartışılacak ya da “Helal olsun!” denebilecek çok sayıda unsur bulunmaktadır. Fakat “takva” gibi derûni bir konuda boğulmamak, eserin sahibinin ilmi seviyesinin de belli bir noktada olmasının zorunluluğunu beraberinde getirmektedir.
Yeni Sinemacılar’ın en iyi yaptıkları şey olan yeraltı edebiyatını, onların kadrajından seviyor olmamız, kavramsal hataları görmezden geleceğimiz anlamını taşımamaktadır. Keza bu filmin Marksist vizöründen algılanan kişisel bir İslam toplumu eleştirisi getirmeyi amaçlaması, incelememizde daha dikkatli olmamız konusunda bizi bir hayli zorlamaktadır. Örneğin, filmdeki climax sahnesine varışta, meczupluk olgusu ile seyr-i süluk süreçlerinin birbirine karışması, takva meselesinin nasıl algılandığı noktasında kafalarda büyük bir soru işareti bırakmaktadır. Bu noktada, tasavvufta var olan fenafillâh boyutu yani “hakikat kapısı” denen algı, filmin başından beri izlediğimiz, duygusal melekeleri tutarsız Muharrem (Erkan Can) karakterinin meczupluğa varması ile karıştırılmaktadır. Hâlbuki tasavvuf ilminde cezbe gelmek; bilinçli bir tarikin seçimi ile başlayıp gelişen ve neticesinde manevi bir farkındalığa ulaşan yolculuk sürecidir.
Muharrem başka bir dünyadan aramıza ışınlanmışcasına içine kapanık; yalnızca ibadetleri, dergâhı ile zorunlu ekmek kapısı olan Mercan’daki çuval ticareti yaptığı dükkânı arasında mekik dokuyarak oluşturduğu sınırlı yaşam alanında çakılıp kalmıştır. Hâlbuki toplumdan soyutlanmak, maddi hayata dair sorumluluk almamak, hâlis bir kul olarak kalabilme adına uygun görülmüş bir İslami davranış şekli değildir. Bu nedenle filmde galebe çalan çok sayıda nokta olduğu kadar, günümüz neo-kapitalist İslam coğrafyasına yerinde eleştiriler getiren kısımların olduğunu da söyleyerek senaryonun hakkını bu açıdan teslim etmeliyiz. Önder Çakar’ın, Marx’ın “Din halkın afyonudur!” gibi bir düsturuna iman etmesi, bizlere zaten bir İslam güzellemesi izletmeyeceğinin ibaresidir. Bu nedenle yine Marx’ın “İnsanı insan yapan din değil, dini yapan insandır.” düşüncesinin ağırlığında, Muhammed İkbal’ın “Şüphesiz İslam’da kusur yoktur, kusur varsa o da Müslümandadır!” sözlerinin birbirine muhatap bırakılması, takva meselesini irdeleyişte elma ile armutu aynı kefeye koymakla eş değerdir. Takva konusunu, akli dünya algısı ile incelediğimizde; para, nefs, iman kıskacında çetin bir mücadele veren ve itidal sahibi olamayan Muharrem’in çok rahat bir şekilde meczupluk noktasına varacağını tahmin etmemiz şaşırtıcı bir hâlden çıkmaktadır. Maneviyata mesafeli bir damarın, olumlamadan ziyade kendince inandığı eksiklerden yola çıkacak olması ve irdelediği inanç sorularına yapıcı bir sonuç getirememesi, ateist çerçeveden bakılınca tutarlı bir duruş olsa da, iman eden insanın kendi egolarından ve beşeri tezlerden sıyrılıp teslimiyet noktasına varması, içine girilince anlaşılabilecek bir yolculuktur. Karşıt görüşteki kişilerin, bu yolculuğa çıkmayı reddettikleri için kendilerine yeni bir yol inşa etmeye çabalamaları, düalizm olgusunu ortaya çıkarmaktadır. Takva hususunda esas mesele, kendini az bilip ille de kendin olmak ya da kendini tam bilip de bir kum tanesinden farkın olmadığı ikileminde sıkışıp kalmamaya yöneliktir.
İşte Muharrem’in, materyal bir düzenin, ani ve yoğun bir şekilde içerisine dâhil edilmesi süreci, kaldıramayacağı soruları sırtına yüklerken; bu şaşkınlık içerisinde kendinden geçip birden nefs-i kâmile yani hakikat kapısına ışınlanması Marksist bir düşünce yapısından bakınca meczupluğa yakın bir nokta gibi görülebilmektedir. Hâlbuki Muharrem’in, seyr-i süluke çıkmaya niyetli görünmeyen bir mümin iken şeriat, tarikat ve marifet kapılarını pas geçerek Yunus’un “İlim kendin bilmektir!” dediği hakikat evresine varması, tamamen senaristin ilimsel eksikliğinden kaynaklanmaktadır. Tasavvufun üçüncü aşaması olan nefs-i mülhime yani marifet kapısı tasvirini, Muharrem’i dergâhın girişinde bir meczup ile çarpıştırarak betimleyen senaryo; “Müminle kâfir iki ordunun mütemadiyen birbirleriyle savaşmaları gibi, bedende de aynı şekilde ruhun ve nefsin zaman zaman benzer bu iki ordu gibi birbirleri ile çarpışmaları, kişide farkında olmadığı bir tutulmaya sebep olabilir.” düşüncesini anlatmak isterken, nefs-i kâmile boyutunu bizce meczupluğa, hikâye açısından ise kendince cezbeye gelmek anlamına yaklaştırmıştır.
Film boyunca tasavvufun dört kapısını bir şekilde senaryoya adapte etmeye çalışan Önder Çakar’ın, Muharrem’in gelişim sürecini “Kapitalist bir sistemde Müslüman olmak, Ortaçağ’dan kalma bir felsefeyi uygulamaya çalışmak gibi olağanüstü zor.” şeklinde dile getirmesi, kendi içerisinde kısmen tutarlılık göstermekle birlikte aksak bir takva algısı üzerinden, sahih bir inanç şeklinin günümüzde niye var olamayacağını kanıtlamak, çıkmaz bir sokak olarak görülen İslami yaşam formuna karşı dini bir umutsuzluk sergilemekten ibarettir. “Aslında biz, semavi dinler ve Tanrı inancı meselesine niye soğuk bakıyoruz?” alt metni belki bu bakış açısına bir örnek teşkil edebilir. Özetle bu, “Cevaplarını bulamadığımız ve bulamayacağımız sorularımız varken, iman edebileceğimiz bir inanç şekli bizim çok dışımızda kalacaktır.” meselesidir. Bu sebeple Muharrem’in seyr-i süluk güzergâhında hesap kitap işlerini karıştırırken tövbe kapısını aklına getirememesi, Kosova için yardım toplayan mazlum genci tokatlayarak yardımın ancak dua ile yapılabileceğini irdelemesi, başlarda tenezzül etmediği banka ve çeşitli kurumlardaki illegal sıra önceliğini kullanmaya başlaması, fakir bir aileye yardım etmesi sonucu şeyhi nezdinde dergâhın düzeninin bozulabileceğinin kendisine dikte edilmesi, zikir sonucu ulaşılması hayal edilen manevi tatmin ile cinsellikten duyulacak maddi hazzın aynı kefeye konulması, aslında günümüz siyasal İslam algısının ve beşeri çıkmazların tezahürleridir. Fakat hikâyede düşülen asıl hata, tüm bu yaşananların Allah’ın kullarını çeşitli ayetlerde uyardığı gibi, bizleri zaman zaman para, yoksulluk ve tüm dünya nimetleri ile sınamasından başka bir şey olmadığının delilidir. İslam’ın önermediği içine kapanık bir yaşam tarzınca yaşayan Muharrem’in dünya nimetleri ile imtihan olması sonucunda, kendisinin cezbeye gelmesi değil, ancak sınava yenik düşmesi beklenen bir sonuç olmalıdır.
Reel politik açıdan baktığımızda, sahih İslami anlayış, Hz. Ali’nin öldürülmesi ve Emevilerin kendilerince oluşturduğu siyasal din algısı ile toplumsal bazda zaten çoktan sona ermiştir. Muaviye’nin siyasal tepkimesi olan Hicri takvim, Müslüman toplumlarının zaman algısı ile oynarken diğer bir yandan çeşitli akımlara, cemaatlere, uydurma hadislere zemin hazırlamış, akabinde oluşturulan ruhbanlık sınıfları ile dinimizde var olmayan kutsallar ortaya çıkarılmıştır. Günümüzde tamamen baştan sona tartışılması gereken çarpık bir Ortodoks Sünni İslam anlayışı yüzyıllardan gelen bu enkazla midemizin içine oturtulmuştur. Yani adı İslam olan ancak kendisi Müslümanca olmayan bir dinden söz ediyoruz. Tüm bunlara ek olarak dini; direkt yüce kitaptan değil, Müslüman toplulukları üzerinden anlamaya ve değerlendirmeye çalışan ısrarlı insanlar da varolunca idrak eksikliği katmerlenmeye devam etmiştir. İtirazım Var (2014) filminde de işlenen faiz konusunun günümüz finansal düzeninde bizi sürüklediği çıkmaz, ticari alanda devletin vergi sistemi nedeni ile tüm mükelleflerin başvurdukları hukuksal boşlukların değerlendirilme normalliği, kadın-erkek ilişkilerinin sıradanlaşıp kolay bozulabilir bir yapıya ulaşması, kadının üzerinde siyasal tahakküm kurmaya çalışan erkek dünyası, insanların birbirlerine karşı tahammül eşiğinin yavaşça kalkması ve nihayetinde dinimizde var olmayan ruhbanlık sınıflarının; cemaatler, tarikatlar, siyasi oluşumlar, örgüt ve hücre yapılanmaları eşliğinde bir araya gelmesi, manzarayı zaten açıkça teşhir etmektedir. Önder Çakar’ın tüm iyi niyeti ile meseleyi bu açıdan irdelemek istemesine destek vermemle birlikte bilinçaltına işlenen ruhbanlık olgusu, insanın benliği ile oynar fikri yanlış manzaradan bizlere gösterilmiştir. Hristiyanlıkta “kilise” tarafından dezenforme edilerek oluşturulan ruhbanlık sınıfı, İslam’ın temelinde temizlenmiş ve imtiyazlı din adamı statüsüne müsaade edilmemiştir. “Hiç kimse iradesini, aklını, kalbini ve vicdanını kendisi gibi beşer olup, beşeri zaafları bünyesinde barındıran ve ölümlü olup hesap verecek olan hiçbir faniye kayıtsız şartsız teslim edemez.” düşüncesi sağlamlaştırılmıştır. Bunun dışında tüm semavi dinler aynı kaynaktan gelmiştir. Aynı sözü söylemektedir. Bugünün Sünnî ve Şii İslam yapısında düşülen bir hatalar zinciri olan gelenekler üzerinden yaratılmış din olgusu karşısında, bu gayya kuyusuna karşı eleştirel bir dil kullanılması, ancak düşünen bir topluluk eli ile yapılıp uygulanabilecek olması alternatifsiz bir çözümün beklentisidir.
Takva gibi bir filmin, günümüz muhafazakâr sanat mahallelerinden ve sağ düşünce cenahından çıkması da, bugünün Türkiye ikliminde hiç mümkün değildir. Muhafazakâr sinema ile alakalı çok güzel makalelere ve kitaplara sahip olan eski Radikal yeni Cumhuriyet yazarlarından, akademisyen Prof. Dr. Tayfun Atay’ın yazılarını incelemenizi tavsiye ederim. Çoğu senaristin cesaret edemeyeceği takva gibi bir konu üzerinden kalem çalmak zor zanaattır. Fakat bunda Önder Çakar’ın deli cesaretini de yadsıyamayız. Tefekkür noktasında, İslami manayı sindirmiş bir insanın bu tarz bir eleştirel yapıt ortaya koymasından ziyade, bir İslam güzellemesi yapmayı tercih edecek olması daha gerçekçidir. Zamanında Tempo dergisine “Günümüzün yeşil burjuvasını çekseler daha isabetli olurdu.” diyen Elif Çakar’ın doğru noktaya parmak basan önerisine bu nedenle katılıyorum. Keza Muharrem’in dergâha geldiği günlerden birinde, avluda park hâlinde olan ve bizlere çaktırmadan gösterilen 06 plakalı makam araçlarından da (Bakan Mercedesleri) hocalar üzerinden yürüyen siyasallaşmış İslam algısına inceden bir yergide bulunulması, bakış açısının bu alan üzerinde temellendirildiğinde daha sağlıklı olacağı kanaatini bende oluşturmuştur. İskenderpaşa Cemaati gibi Özal, Erbakan, Kutan, Abdullah Gül, Tayyip Erdoğan gibi siyasetçileri, kendi rahle-i tedrisatından çıkarmış bir “Fatih” kültürü varken, bu tip noktaların anlatılması daha isabetli olabilirdi. Fakat Önder Çakar, kendi bilinçaltındaki İslam algısını anlatabilmek adına, Türkiye’deki tüm ilgili alanlara aynı potada girmeye çalışmıştır.
Tüm muhteviyat dışında film, sinematografik olarak ve ortamın ruhunu yansıtması açısından gayet başarılı ve etkileyici bir yapıttır. Takva filmi hiç şüphesiz yıllarca süren, derinlikli bir araştırma sonucu; Rıfai, Kadiri, Nakşi, Halveti-Cerrâhi tekkelerinin önderleri ile gerçekleştirilen istişareler neticesinde, öğrenilen birçok nüans, içerik ve ritüel bilgiler eşliğinde, 3 yılda ancak hazırlanabilmiştir. Filmde izlediğimiz temsili tarikat, tüm bu cemaatlerin külliyatından çıkma bağımsız bir soyutlamadır aslında. Bu noktada filmde emeği geçen herkesi tebrik etmek gerekmektedir. Çünkü sanat yönetimi konusunda fevkalade başarılı bir eserdir. Türk Sineması’nın; dile getirmeye çalıştığı düşünceleri itibari ile önemli yapı taşlarından bir tanesi olmuştur. Erkan Can’ın oyunculuğu büyüleyicidir. Kendisi Altın Portakal En İyi Erkek Oyuncu ödülünü bu performansı ile fazlasıyla hak etmiştir. Keza bu rolüne 3 yılda hazırlanmış olan Erkan Can, Fatih’te büyüyen biri olarak “Cemaatsel yaşam formlarına aşina olduğum için konudan çok uzak değildim.” sözlerini bir röportajında dile getirmiştir. Diğer oyuncu kadrosu ise yine sıra dışıdır. Güven Kıraç, Settar Tanrıöğen, Meray Ülgen ve Engin Günaydın filmi daha bir izlenir kılmaktadır.
Final sahnesi, Nazım’ın kaleminden “Çok âlametler belirdi vakit tamamdır, haram helal oldu helal haram!” sözü ile hafsalımıza kazınmıştır. Yerinde bir ahir zaman tahlili olduğuna katılmamla birlikte Önde Çakar’ın filmi bir ayet önermesi ile kapatmaması, hikâye boyunca ele aldığı görüşlerine tutarlı bir duruş olmuştur. Tasavvufun kapıları bir yana, Hz. Muhammed’in hadisi üzerince ancak “Din, güzel ahlâktır!” Bu önemli sözün duruşu kolay, uygulaması meşakkatlidir. Kendimce duyduğum bu fikri eksikliği Muharrem’e ve tüm yola çıkma taliplilerine ithafen şu ayeti hatırlatarak tamamlıyorum.
“Böyle bir mescid içinde sen kesinlikle namaza durma. Daha ilk gününden takva temeli üzerine kurulan mescid, senin namaza ve diğer işlere durmana daha lâyıktır. Onun içinde, arınmayı içten arzulayanlar vardır. Allah arınanları sever.” (Tevbe 9/108)
Çok iyi bir yazı. Kalemine sağlık
Yazınızda çok iyi tespitler var. Tasavvuf hakkında pek bilgisi olmayan ancak İslam’ı anlamaya ve yaşamaya çalışan birisi olarak; filmdeki toplumsal eleştiriler ve Muharrem’in iç dünyasında yaşadığı vicdani savaşlar beni epey etkiledi. Üzerine bu analizi okuduğumda taşlar daha iyi yerine oturdu. Emeğinize sağlık.