Son yıllarda adından sıkça söz ettiren Alejandro González Iñárritu, son filmi The Revenant (2015) ile gündemde. Bu yılki Akademi ödüllerinde en iyi film, en iyi yönetmen, en iyi erkek-yardımcı erkek dalları dâhil 12 dalda aday olarak yılın favorilerinden olduğunu bir kez daha gösterdi. Yakın zamanda da Oscar’ın habercisi sayılan 73. Altın Küre ödüllerinde en iyi drama filmi, en iyi yönetmen ve en iyi erkek oyuncu dallarında ödülü evine götürmüştü. Bafta ödüllerinde de aynı şekilde majör dallarda ödülleri süpürdü desek yeridir.
Konusunu gerçek bir hikâyeden alan The Revenant’da Hugh Glass’ın vahşi doğada uğradığı bir ayı saldırısı sonrasındaki yaşam mücadelesinden hareketle intikam teması işlenir. Filmden bahsetmeden önce filmin gerçek kahramanı Hugh Glass’ın hikâyesinden biraz bahsetmek gerek. Daha önce de konuyla ilgili 1971 yapımı Man in the Wilderness filmi çekilmişti. Önceki versiyonu daha çok vahşi doğada hayatta kalma üzerineydi. 1823 yılında South Dakota’nın güneyinde, Hugh Glass’ın da aralarında bulunduğu bir grup avcı ormanda avlanmaktadır. Boz ayı saldırısına uğrayan Glass’ın yaraları öyle ağırdır ki beraberinde gelenler kendisini ölüme terk eder. Yaklaşık 320 kilometrelik yolu sürünerek, kano yapıp nehirden geçerek tamamlar ve kendisini o durumda bırakanlardan intikam almaya çalışır.
The Revenant’da ise konu vahşi doğada yaşam mücadelesine ek olarak biraz daha çeşitlendirilmiş. Kızılderili kabilelerin istilacılarla mücadelesine de yer verilmiş. Dişi bir boz ayı tarafından ölümcül yaralar aldıktan sonra yoldaşlarından John Fitzgerald (Tom Hardy) para için yanında kalmayı kabul eder ama zamanla Kızılderililerin yaklaştığını öne sürerek Glass’ı orada bırakmak ister. Ölümcül yaralarından dolayı Glass da ölmeyi ister ve Fiztgerald tam onu öldürecekken, Glass’ın yarı Kızılderili oğlu buna karşı çıkar. Aralarında geçen boğuşma sonucu Fitzgerald oğlanı öldürür ve kaçar. Bu olay da filmin hikâye örgüsünün kırılma anıdır. Ölümcül yaraları sonucu ölmek isteyen Glass, oğlunun öldürülmesinden sonra intikam ateşi ile yanmaya başlar ve tekrar toparlanmaya çalışır.
Filmde Glass’ın yeniden doğuşuna dair birçok metafor bulmak mümkün. İlk olarak canlı canlı mezara gömülmeye çalışılması ve sonrasında sürünerek oğlunun cesedinin yanına gitmesi intikam duygusuyla dirildiğinin, daha doğrusu tekrar doğduğunun işareti. Yine ilerleyen sahnelerde Kızılderili grubundan kaçmak için girdiği nehirden çıkışı da vaftiz olduğuna dair bir metafor. Ayrıca filmde Kızılderili inanışlarına da bolca gönderme bulmak mümkün. Ancak bunları görebilmek için Kızılderili mistisizmine biraz hâkim olmak gerekiyor. Mesela Kızılderili inancında bir hayvanı öldürdüğünde onun ruhu ve gücü sana geçer. Ayı sahnesini bu anlamda irdelemek daha gerçekçi olacaktır. Dişi ayının çocuklarını korumak adına Glass’a saldırmasıyla, Glass’ın oğlunun intikamını alma çabası arasında paralellik kurulabilir. Tabii Kızılderili inanışında hiçbir canlı durduk yere öldürülmez. Öldürme eylemi, mutlaka yaşamsal bir amaç taşır. Glass’ın, saldırısı sonrası ayı gitmişken onu vurmaya çalışması diğer yandan bu inanışa ters düşüyor. Zira ayı Glass’a savunma amaçlı saldırdığında Glass’ın ölü taklidi yapması işe yarıyor. Sonrasında Glass’ın ayı gittikten sonra silahla onu öldürmeye çalışması, insanın yaşamsal bir amaç olmadan zevk için anlamsız bir şekilde canlı öldürebilen tek canlı olduğuna bir gönderme. Karaya vuran yavru yunusla fotoğraf çekilen insanların(!) küçücük bir hayvanın ölümüne neden olan bencilliği ve vurdumduymazlığı değil miydi?
Filmin son sahnesinde Fitz’in “Hiçbir şey oğlunu geri getirmeyecek!” lafı aslında intikam duygusunun en yalın hâli. Glass’daki intikam duygusu aslında onu hayata bağlayan yegâne şey. Daha öncesinde ölmeyi isteyecek kadar kötü durumdayken oğlunun öldürülmesi üzerine hayata dört elle tutunmaya çalışması başka türlü açıklanamaz. Glass’ın, kendisini bu duruma sokan ayıyı sırf kendi hayatta kalmak için öldürmesiyle Fitz’in aynı dürtüyle Glass’ın oğlunu öldürüp çekip gitmesi aynı şey. Zira ayının saldırısı, sadece yavrularını koruma güdüsünden ibaret.
Filmin teknik yönlerini irdeleyecek olursak en önemli yanı görüntüleri ve oyunculukları. Görüntü yönetmeni Emmanuel Lubezki’nin yine harika bir iş çıkardığını söylemeden geçmemek gerek. Zaten bilenler bilir, kendisi son iki yılda en iyi görüntü yönetmeni Oscar’ını almıştı. 2013 yılında Alfonso Cuaron’un Gravity‘si ve geçen yıl yine Iñárritu’nun Birdman’i (2014) ile bu ödüle layık görülmüştü. Bu yıl da dalın en güçlü adaylarından ve bence ödülü alarak hat-trick yapacak gibi duruyor. Doğal ışık ile çekilen sahnelerde gerçeğe yakın geniş kadrajlı görüntüler tam anlamıyla görsel bir şölen sunuyor. Bazı sahneler de filmden çok ilerleyen fotoğraf kareleri tadında geçiyor. Yönetmen Iñárritu’nun da yakın plan çekimleri oldukça başarılı. Ekrana sıçrayan kan damlaları olsun, düşen kar taneleri olsun, yakın plan çekimde oyuncuların nefes buğusu olsun bu tür çekim hileleri ile gerçekçi bir hikâye düzlemi yaratılmış.
Leo’nun oyunculuğu anlamında söylenecek bir şey yok. Filmden sonra yapılan bütün yorumlar Oscar’ı Leo’nun alması gerektiği yönünde. Hatta herkesin tek derdi bu olmuş durumda. Yıllardır hakkı olduğu hâlde verilmeyen ödül öncesi “Önceki yıllarda verilmedi, kesin bunda verilmeli.” tartışmalarının böyle yoğun fiziksel oyunculuk gerektiren bir filmdeki başarılı performansının önüne geçmesi, kaderin garip bir cilvesi olsa gerek. Gerçi herkesin hemfikir olduğu bir konu değil bu. Çoğu eleştirmen Leonardo’nun oyunculuğunun yeterli olmadığını, Tom Hardy’nin daha kayda değer bir performans sergilediğini düşünüyor. Bu yılki Oscar’da en çekişmeli geçecek dallar oyunculuk ödülleri olsa gerek. En iyi erkek oyuncu dalında Eddie Redmayne’ciler bir hayli fazla, onu da söylemeden geçmemek gerek.
Filmin eksik yönleri de yok değil. Sadece intikam temasına saplanıp dönemin gerçeklerine pek de yer vermemesi filmin en eksik yanı. Avrupa’dan gelen sömürgecilerin Kızılderili ırkına yaptığı zulüm namına çok da dişe dokunur eleştiri getirmemesinin, filmin samimiyet eksenini kaydırdığı kesin. Sadece bir iki yerdeki repliklerde geçiyor bu durum. Glass’ın filmin başında oğluna söylediği “Onlara ne söylediğinin önemi yok, onlar sadece yüzünün rengini görüyorlar.” ve Kızılderili kabile şefinin Fransız sömürgeciye “Biz kimsenin malını çalmadık, onlar zaten hep bizimdi.” minvalindeki sözleri her ne kadar vurucu olsa da filmin genelinde çok cılız kalıyor.
Sonuç olarak beğeneni olduğu kadar beğenmeyeni de olan The Revenant, bana kalırsa görsel anlamda Iñárritu sinemasının önde gelen filmlerinden biri. Görsel anlamda güzel olması ve irite edecek kadar gerçeğe yakın bir seyirlik sunmasına rağmen hikâye anlamında -yukarıda da bahsettiğim gibi- basit olması başyapıt olma ihtimalini ortadan kaldırıyor maalesef. En iyi film Oscar’ını alır mı bilinmez ama diğer adaylara nazaran şansının daha yüksek olduğunu da söylemek gerek.