43. İstanbul Film Festivali dünya sinemasının en yeni örnekleri, kült yapıtlar, usta yönetmenler ve genç yeteneklerin son filmlerinin de aralarında olduğu 132 uzun metrajlı ve 12 kısa filmden oluşan zengin bir program sunuyor. Festival, 12 gün boyunca, film gösterimlerinin yanı sıra konuk yönetmen ve oyuncuların katılımıyla yapılacak söyleşiler, özel gösterimler ve etkinliklerle sinema dolu günler yaşatacak. Fil’m Hafızası ekibi olarak sizler için festivali takip edip filmler hakkında görüşlerimize yer vereceğimiz 43. İstanbul Film Festivali Günlüklerinin yedincisiyle karşınızdayız. Keyifli okumalar.
Suyun Üstü (Yön. Aslıhan Ünaldı, 2023)
Birçok belgesel ve kısa filme imza atan Aslıhan Ünaldı, ilk uzun metraj kurmaca filmi Suyun Üstü ile ilk kez 30. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali Ulusal Yarışma kapsamında seyirci ile buluşmuştu. Nihayet İstanbul seyircisiyle de 43. Uluslararası İstanbul Film Festivali sayesinde buluşan Suyun Üstü, aynı zamanda festivalin Ulusal Yarışma filmlerinden biri. Ünaldı, daha önce örneklerini çokça gördüğümüz aile çözümlemesi hikâyesini ülke gerçekleri ile harmanlayarak perdeye taşımaktadır. Bir yandan defalarca ihanet yaşanması nedeniyle yıllar önce boşanmış bir çift, diğer yanda babayı asla affetmeyen ailenin küçük kızı, bir diğer yanda ise yıllardır New York’ta yaşayan ve orada evlenmiş olan büyük kız çocuk ve aile içindeki tüm bu dinamiklere tam olarak hâkim olamayan yabancı damat… Bu patlamaya hazır bir bombanın parçalarıymış gibi bir araya getirilen aile bireyleri, bir haftalığına tekne tatiline çıkar. Seyahat sırasında hem aile sırları hem de ülkenin insan hakları, demokrasi gibi konularda geldiği noktanın vahameti gözler önüne serilir.
Suyun Üstü, her ne kadar ülke gerçeklerinden bahsetse de beylik laflar etmekten, didaktik olmaktan mümkün mertebe kaçınıyor. Tıpkı filmde belgesel çekmek amacıyla çevresindekilere kamerasını çevirerek mikrofon uzatan Zeynep gibi Ünaldı da ülkede yaşayan herkesin sesine yer veriyor. Kısıtlı bir alanda, doğanın, aile içi çatışmaların, dışardan gelen yabancıların tehdidi altında tekrar bir araya gelmeye çalışan aile, matruşka gibi ortaya çıkan yeni yeni sorunlarla yüzleştikçe suyun altındaki asıl meselelere odaklanmayı kaçırıyor. Lakin günün sonunda ülkenin meseleleri, ailenin kucaklaşmasına, tek yumruk olmasına vesile oluyor. Aile, dışarıdaki düşmana karşı her ne olursa olsun kenetlenip mücadele etmeyi biliyor.
Suyun Üstü, çoklu karakter yapısına rağmen ustalıkla yazılmış senaryosu, Fethiye’nin şahane kıyılarının da hakkını veren görüntü yönetimi ve en önemlisi göz dolduran oyunculuklarıyla akıllarda yer eden bir film. Ünaldı’nın gelecek işlerini merak etmemek elde değil.
Filmi bugün 13.30’da Kadıköy Sineması’nda izleyebilirsiniz.
Tuba BÜDÜŞ Ölmek / Sterben (Yön. Matthias Glasner, 2024)
Film; her ne kadar ölüm ile yaşamın paralel ilerlediğinin, bu ikisinin de hayatın vazgeçilmez bir parçası olduğunun neredeyse her saniye altını çizse de ismini müzisyen olan Bernard’ın büyük bir özenle bestelediği son eserden alıyor. Prömiyerini yaptığı Berlin Film Festivali’nde En İyi Senaryo Ödülü’nü alan film; ömrünün son günlerindeki Lissy ve Gerd’in hayatla gerçek anlamda sınanmaya başladığı çarpıcı görüntülerle başlıyor. Aynı evin içinde hayatta kalmaya çalışan bu çift, akıllara Micheal Haneke’nin Amour (2012) ve Gaspar Noé’nin Vortex (2021) filmlerini getirmektedir. Fakat Amour’da çok büyük bir aşk, Vortex’te ise başta ihanet olmak üzere her türlü duyguya kapı aralanmaktaydı. Lakin beş epizottan oluşan filmin ilk epizotlarında vakıf olunan demans hastası Gerd ile başta kanser illeti olmak üzere böbrek yetmezliği, şeker gibi hastalıklarla bedeni ele geçirilen Lissy’nin birbirlerine şimdi veya geçmişte nasıl duygular hissettirdiği bilinmemektedir. Aslında çiftin çocukları Tom ve Ellen’in ismine özel epizotlarda ailenin içine yerleşmiş büyük bir sevgisizlik, hatta nefret olduğu anlaşılmaktadır. Bu sevgisiz ortam çocuklarda farklı sorunları da beraberinde getirmiştir.
Üç saatten fazla bir sürede su gibi akıp giden bu aile dramasının benzerlerinden birçok yönden ayrıldığını söylememiz gerek. Zira hastalıklar, başarısızlıklar, dibe vurmalar, yanlış tercihler, pişmanlıklar, kızgınlıklarla örülü aile bireylerinin hayatı, ne yazık ki olumlu anlamda hiçbir değişikliğe uğramıyor. Kuşaktan kuşağa aktarılan mutsuzluk ve sevgisizlik hâli, o sevgisizliğin bireylerde yarattığı büyük depresyon, hayata tutunamama durumu her anlamda seyirciyi ele geçirmeyi başarıyor. İncelikle yazılmış, adeta ilmik ilmik dokunmuş senaryosuyla insanlığa dair en tiksindirici detayların altını meseleleri yüksek perdeden kanırtmadan, sakin sakin, tane tane anlatan Ölmek; değil üç saat bir saatlik bir zaman hissiyatı bile bırakmıyor.
Filmi bugün 21.30’da Kadıköy Sineması’nda, Cinewam City’s’de veya 28 Nisan Pazar 21.30’da Beyoğlu Sineması’nda izleyebilirsiniz.
Tuba BÜDÜŞ
Arzu Nesnesi/ Unicorns (Yön. Sally El Hosaini, James Krishna Floyd, 2023)
Dünya prömiyerini Toronto Film Festivali’nde yapan Arzu Nesnesi, transgender Aisha ve beyaz hetero birey olan Luke’un ilişkisini merkeze alıyor. Oldukça eril ve geleneksel bir ailede büyüyen Luke eşinden ayrıldıktan sonra beş yaşındaki oğluyla birlikte babasının evinde yaşamaktadır. Bir gece kulübünde Aisha ile tanışır; ilk öpüşmelerinin ardından adeta büyülenen Luke, Aisha’nın erkek olduğunu fark ettiğinde şaşkına döner. Yaptığı şeyden dolayı utanıp nefret söylemlerinde bulunmaya başlar. Hızlıca mekanı terk eden genç adam kendi gündelik problemlerine geri döner. Ancak oğluna söz vermiş olduğu Disneyland gezisi için para kazanmak zorundadır. Birkaç gün sonra yolu tekrar Aisha ile kesişen Luke, Aisha’dan gelen şoförlük teklifini kabul eder ve ikili arasında karşı konulamaz bir çekim başlar.
Film belli bir noktaya kadar trans bireylerin dünyasına kaotik bir üslupla değiniyor. Hırsları yüzünden yüzünden birbirine düşman iki trans bireyin kavgasına şahit oluyoruz. Her zor durumda Aisha’nın yardımına Luke koşmaya başlıyor. Oldukça Feminen ve nahif bir karakter olan Aisha, gündüzleri stant görevlisi olarak makyaj malzemeleri satıyor. Akşamları ortamdaki tüm erkeklerin arzu nesnesi hâline dönüşüyor. Herhangi bir problem olduğunda toplum tarafından onaylanan erkek prototipinde Luke devreye giriyor. Buraya kadar bu ilişkilenme durumunun oldukça klasik ve sıkıcı olduğunu söylemekte yarar var. Luke tüm erkeklik gururuna ve gaylerden tiksinmesine rağmen Aisha’dan vaz geçemiyor. Öte yandan müslüman bir gay olan Aisha (çünkü kendisini filmde gay olarak beyan ediyor) sahne dönüşü evinde tövbeler edip namaz kılıyor. Böylelikle Arzu Nesnesi’nde daha önce fazla görmeye alışık olmadığımız kültürel kodlarla tanışmış oluyor. Yenilikçi bir üslup yakalamak amaçlanmıştır diyebiliriz. Ancak Aisha’nın bu motivasyonu filmin geneline sadece tutucu müslüman bir aileye sahip olmasıyla sirayet ediyor. Burada tercih mi yoksa yönelim mi tartışmasının incelikli nüanslarını hissedebiliyoruz. Ortaya ne yaparsa yapsın gay olmaktan kurtulamamış bir Aisha temsili çıkıyor. Filmin duygusal manipülasyona açık çok fazla dinamiğe sahip olduğunu özellikle belirtmek istiyorum.
LGBTI+ bireylerin dünya üzerinde çekmiş oldukları sıkıntıları; hem inançsal hem siyasal hem kültürel hem aile bağları olarak dikkat çekici bir yaklaşımla ele alan Sally El Hosaini, James Krishna Floyd, bu bağlamda önemli bir işe imza atıyor. Filmin amacının farkındalık sağlamak olduğunu kabul edersek yaratılan tüm bu klişelerle yeniden yüzleşmek daha kolay oluyor.
Ege Güneşi/ The Aegean Sun (Yön. Ömer Gümüşer, 2023)
Ömer Gümüşer’in çekimleri neredeyse dört yıl gibi uzun bir sürede tamamlanan belgeseli Ege Güneşi aslında kısa metraj olarak yola çıkan bir yapım. Pandemi sürecindeki bir lunaparkı merkezine alan belgesel, aynı zamanda tahsis edilen iş yeri ve madur olan işçilerin hayatlarına da bakış atıyor. İzmir Büyükşehir Belediyesi tarafından kapatılan işletmede gece ışıklar söndükten sonra yeni bir hayat başlamaktadır. Kimi işçilerin gidebilecekleri bir evi yoktur ve oyuncakların özellikle de korku tünelinin içinde yatarlar. Bu durumdan çok etkilenen Gümüşer, bir belgesel fikriyle yola koyulur. Asıl amacının Ege Güneşi adlı makinenin izine düşmek olduğunu belirtir. Ancak sonrasında gelişen hikâyede olayların doğal akışıyla birlikte bambaşka bir anlatım ortaya çıkar. Mekan olarak işler hâldeki bu lunapark sonraki sahnelerde pandemi döneminin sessizliğine tanık olur.
Eğlenmek için gelen kalabalığın ardından bir masada çay içen birkaç karaktere geçiş yapılır. Gümüşer tarafından genel hikâyenin perde arkası olarak aktarılan işçiler son derece objektif bir yaklaşımla özel alanlarını seyirciyle paylaşmaya başlar. Her karakterin yolculuğuna derinlemesine bir şekilde şahit oluruz. Bu şahitlik çoğu sahnede bizleri yakalamayı başarır. Çünkü hayatın içinden ve oldukça yakın tarihten beslenen bir gerçekliğin temsilini izleriz. Başlarından geçen sorunlara rağmen bir arada ve destekçi bir yaklaşımla mücadeleye eden işçilerin dünyasından kendimize bakmaya çalışırız. Bu bağlamda belgeselin proletarya güzellemesi ya da sistem eleştirisi gibi ağır basan bir üslup tercih etmeden gerçekleri olduğu gibi yansıtması önemli bir ayrıntıya sahiptir.
Her Şey Güzel Olacak/ All Shall Be Well (Yön: Ray Yeung, 2024)
Hong Kong’da hayatlarını sürdüren Pat ve Angie kırk yılı aşkın bir süredir beraberdir. Pat’in ani bir biçimde ölmesinin ardından hayat arkadaşını kaybeden Angie hem acısıyla baş etmeye hem de kurduğu düzeni korumaya çalışmak zorunda kalır. Angie bu mücadelesinde Pat’in “ailesini” karşısında bulur.
All Shall Be Well başlangıcında sıradan bir hayatın güzelliğini, birbirini seven iki insanın ilişkisinin sıcaklığını yansıtıyor. Birbirini çok iyi tanıyan iki insanın birbirini nasıl tamamlayabildiğini gösteriyor. Büyük bir aile olmanın eğlencesini ve keyfini bir sofra etrafında yenen yemekte hissettiriyor. Pat’in ölümüyle bu aheng hiç düzelmeyecek bir şekilde bozuluyor. Angie sevgilisinin kaybıyla sarsılırken kendi ailesi gibi gördüğü ve sevdiği Pat’in “akrabalarının” bir anda onu nasıl yabancılaştırdıklarını fark ediyor. Manevi olarak aldığı yaraların yanında Pat’in bir vasiyeti olmaması sebebiyle hukuki olarak da hiçbir hak iddia edemeyeceği gerçeğiyle yüzleşiyor. Bu süreçte Angie hem saygınlığını hem de otuz yıldır Pat ile paylaştıkları evlerini korumak için mücadele etmek zorunda kalıyor. Angie, Pat’in akrabalarına attığı her adımda onların gerçek yüzleriyle ve bencilikleriyle tekrar tekrar yüzleşiyor.
Film en temelinde uzun süreli ilişkilerde partnerlerden birinin vasiyet bırakmadan ölmesinin ardından yaşananları anlatıyor. Aile gerçekten kimdir sorusunu soruyor ve hukuk sistemini de sorguluyor. Bunu çok saldırgan olmadan sessiz ve ezici bir biçimde yapıyor. Pat’in akrabalarının her birinin gerçek yüzü ve istekleri maddi güç onlara geçince ortaya çıkıyor ve Angie’nin hayatını hoyratça dağıtmaktan herhangi bir suçluluk duymuyorlar ya da duymamak için büyük bir çaba sarf ediyorlar. Çünkü karşılarına çıkan her küçük detay el koydukları evde koca bir hayatın yaşandığını onlara tekrar tekrar hatırlatıyor.
Aile’yi temelinden sorgulayan All Shall Be Well 2024 Berlin Teddy Ödülü sahibi.