“Neredeyse gerçek bir hikayeden uyarlanmıştır.”
David Lowery’nin yönettiği son film The Old Man & the Gun (2018), böyle bir açılışla başlıyor.
Yönetmeni, bir önceki uzun metraj filmi A Ghost Story’den (2017) tanıyorum. Çok etkilenmediğim, ama son tahlilde beğendiğim A Ghost Story’den sonra, The Old Man & the Gun’ı Boğaziçi Film Festivali kapsamında izleme şansı elde ettim ve filmi genel olarak çok beğendim.
Yönetmen ortaya gayet iyi bir iş çıkarmış. Yapımın aslında temas ettiği birçok nokta var; dram yönü de, mizahi yönü, kriminal dozu da olması gerektiği gibi. Bu açıdan bakıldığında film, bekleneni sunuyor.
Başta Robert Redford (Forrest Tucker) olmak üzere filmdeki tüm oyunculuklar gayet başarılı; Casey Affleck (John Hunt) hariç. Casey Affleck, yönetmenin bir önceki filmi A Ghost Story’de de yer alıyordu; fakat maalesef çoğu filmde olduğu gibi yönetmenin bu iki filminde de aynı tonda, aynı donuklukta oynamış. Fakat Affleck dışında oyunculuklar gayet başarılıydı.
Filmin konusu 1980’lerde, Amerika’da geçiyor. Forrest Tucker, gayet nazik, kibar, sürekli gülümseyen, stil sahibi bir beyefendidir -görünüşte-. Gerçekte ise, aslında defalarca hapisten kaçmış olan, nezaketiyle insanları etkileyen 70’lerinde bir banka soyguncusudur. Kendisiyle aynı yaşlarda olan iki arkadaşıyla çevredeki bankaları soyar. Bir gün Jewel isimli bir kadınla tanışır ve aralarında bir şeyler başlar. Tabii her şey güllük gülistanlık gitmez; işinde başarılı ve tutkulu bir polis olan John Hunt da, Tucker ve arkadaşlarının peşindedir. Bu arada belirtmek isterim ki Sissy Spacek, hayat verdiği Jewel karakteri ile ışıl ışıl parlıyor filmde.
Bir buçuk saatlik süresi boyunca hem “neredeyse gerçek bir olaydan” alınmış hikayesi hem de oyunculukları ve temposuyla göz dolduran film, seyircisini yer yer hüzünlendirip yer yer de güldürebilen başarılı senaryosuyla dikkat çekiyor.