Yazı İşleri ekibinin ‘evvel zaman içinde, kalbur saman içinde…’ dokunuşlu kalemi Rabia Elif Özcan’a hakkında merak ettiklerim, kendisinin sinemaya bakış açısı, masallar ve umut ile ilgili birtakım sorular yönelttim. Bu güzel insanı biraz daha yakından tanımak için buyrunuz.
Merhaba Elif, malumun “öncelikle biraz kendinizden bahseder misiniz?” sorusu her röportajın başıdır. Buna istinaden, bize biraz hayatından kesitler anlatmak ister misin? Nerede okuyorsun, hayatına hangi alanda yön vermek istiyorsun, FH ile yolun nasıl kesişti?
2013 yılında hayatımın en doğru kararlarından birini vererek sayısal alanlardan elimi eteğimi çektim ve ömrümün geri kalanında kendimi edebiyata adamak üzere 2014 yılında Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’ne başladım. O zamana kadar, bulduğum her vakitte, her fırsatta kendimi okumaya veren biriyken edebiyat bölümüne başlamamla birlikte okumaktan geriye kalan vaktinde biraz uyuyabilen, biraz da beslenebilen biri oldum. Ama hep derim, “Atın ölümü arpadan olsun.” J Okudukça yazdım, yazdıkça okudum; kelimeli, öykülü, masallı rüyalar kurdum. Hayatıma da bu rüyaların doğrultusunda yön vereceğim galiba. Fil’m Hafızası’yla, daha doğrusu ekibin kendisiyle yolumun kesişmesi de platformu takip eden çok yakın bir arkadaşımın, o dönemde yazarlık başvurularını görüp “Elif, hadi şimdi başvuruyoruz,” demesiyle oldu. Kabul edileceğime dair herhangi bir beklentiyle başvurmamıştım açıkçası, ama bir anda kendimi ekibin içinde buldum; üstelik herkesin, görev bilincine sahip olduğu, birbirini her konuda yönlendirip desteklediği, gönüllülüğün verdiği samimiyetle çok güzel arkadaşlıkların kurulduğu, oldukça başarılı bir ekip 🙂
Benim takip ettiğim ve bildiğim kadarıyla masal anlatıları yapıyorsun, aynı zamanda mitolojik ve zamansal filmlerle de aran iyi. Masal âlemi çok başka değil mi, seni onun içine çeken etkenler ne oldu?
İstanbul’un ve okulumun hakkını vermem gerek bu konuda, masal dinletileri ve masalın beden diliyle ilk burada tanıştım. Ben de daha ilk kelimede büyülendim tabii ve bu büyünün etkisinden çıkmayı da hiç düşünmedim bir daha. Çünkü hayal gücü ve düşler, gerçekliğin sınırlarına karşı çıkarak umuda aralanan, böylece hudutsuz bir dünyada dilediğimiz gibi dolaşmamıza izin veren iki kapı. Bu kapıların eşiğinden geçmedikçe de güzelleşmiyor hayat. Bu yüzden zamanı, mekânı kaybeden kelimelerle düşünmeyi, bu tür etkinliklerde bulunmayı ve bunun üzerine okuyup izlemeyi tercih ediyorum.
Yazılarını okurken bambaşka yerlere götürüyorsun insanı, bir filmi izlerken ya da o film hakkında yazı yazmaya karar verdiğinde nereden başlıyorsun, nelere dikkat ediyorsun?
Öncelikle kendimle ilgili şunu söylemeliyim ki söz konusu yazmak olunca çok “müşkülpesent” ve belki “takıntılı” biri hâline geliyorum, bu yüzden de oldum olası bereketli bir yazar değilim J Bereketli derken, bir yazıyı kaleme alabilmem için pek çok unsurun bir araya gelmesi gerekiyor. Bunun yanı sıra, kimi zaman saatleri bulan düşünüp tartma, kelimeleri eğip bükme aşaması var, ki benim gibi kendi yazılarını çok zor beğenen biri için bitmek bilmeyen bir süreç. O yüzden ben de hiç zorlamadan yalnızca beklemeyi tercih ediyorum; izlediğim bir sahne, zihnimde tekrar tekrar dönüp dolaşan bir cümle beni bir defa etkilediğinde anlarım, kalemi elime alma vakti gelmiştir. O kıvamı yakaladığımda içime bir tohumun düştüğünü ve hızla büyüdüğünü hissederim. Adeta bir doğum süreci yaşarım o an; kelimelerin, doğumu tamamlanmadan ne bir şey yiyebilirim ne uyku uyuyabilirim. Gecenin bir vakti yatağımdan fırlayıp hakkında sabaha kadar yazdığım, beni uyutmayan filmler oldu hatta J Yazı güzel olsun ya da olmasın, doğumu gerçekleştirene kadar huzur bulamam. Tüm bunlar başından sonuna kadar kendiliğinden ve doğaçlama olur. Bu yüzden hiçbir yazı için “Şu kısmından ele alırım, şurasından başlarım,” diyemem. Duygularımı yakalamışsa eğer, yazının kendisi başlatır her şeyi.
Konuştuğum herkese sormak istediğim bir sorudur bu, sen ilk olacaksın; neden sinema?
Sinema, müzikten edebiyata, resimden dramaya; görsel, işitsel pek çok sanat dalını tek bir bünyede bir araya getiren apayrı bir sanat. Bu bakımdan sinema, tek bir eserinde diğer birçok sanatın tadını da izleyiciye sunan zengin, doyurucu bir içeriğe sahip. Göze ve kulağa ayrı hitap ediyor, bunun yanında duygulara ve düşüncelere dokunuyor; kimi yerde cümleleri izleyicinin düş dünyasında kurduruyor, kimi yerde kelimeler bitiyor ve yalnız renkler, müzikler, hisler kalıyor. Sinema böyle bir harman işte, duyulara ve zihne bu kadar çok hitap eden unsur bir araya gelince etkilenmemek mümkün değil. Kaldı ki, bu etki altındayken “neden sinema” sorusunu kelimelerle açıklamak da pek mümkün görünmüyor 🙂
Peki, izledikten sonra hayatının değiştiği değil ama şu filmin şu sahnesini şu repliğini hiç unutmuyorum dediğin bir film var mı?
Bu sorunun cevabı benim için yıllardır değişmedi sanırım, Perfume: The Story of a Murderer (2006) filminin son sahnesi; Jean-Baptiste Granuoille’nün, herkesi tek bir damlasıyla bile büyüleme kudretine sahip, dünyanın en güzel kokusunu içeren o bir şişe parfümü, kendi ölümünü getireceğini bile bile sevgiyi bir nebze olsun tadabilmek, ilgi görebilmek uğruna başından aşağı döktüğü sahne… Herhangi bir empati kurduğum için beni etkiliyor diyemem, ama sahneyi izlerken iliklerime kadar hissettiğim duyguyu hiçbir zaman kelimelerle ifade edemedim. Acıma, parçalanma, üzüntü, sevgi, şefkat… O sahneyi ne zaman izlesem hepsi karışıp fırtınaya dönüşüyor sanırım içimde. Bunun yanında bir de birincilik sırasını Perfume’le paylaşan The Man From Earth (2007) var. Burada da 14000 yaşındaki kahramanımız John’un diğerlerine anlattığı, inanması güç hikâye karşısında Dan şöyle der: “John, bu anlattıklarını bize hiçbir koşulda kanıtlayamaz. Tıpkı bizim de aksini ispat edemeyeceğimiz gibi…” Kelimelerin, hikâyelerin, masalların, ayrıca görsel sanatların, yani iletişim aracı olan her şeyin yaptığı da bu zaten: bir kurgu oluşturmak, o kurguyu ifade edecek, karşıdakine iletecek bir araç hâline gelmek ve ne doğruluğu kanıtlanabilen ne de aksi ispatlanabilen bir dünya yaratmak. İşte bu, anlatma sanatının gücünden, büyüsünden başka bir şey değil galiba.
Filmlerin beslendiği en büyük kaynağın ne olduğunu düşünüyorsun?
Kelimenin tam anlamıyla “bakış açısı” diyebilirim. Hayal gücü, anlatma ihtiyacı, değişik iletişim yollarıyla kendini ifade etme çabası, insan olarak hepimizin tabiatında yer alan özellikler. Ancak bunlar için ve bunların yoluyla ortaya koyduğumuz ürünleri birer eser hâline getiren, etrafımızı, doğayı, yaşadıklarımızı, tanık olduğumuz durumları, özgün bakış açısıyla yorumlayarak yeniden yansıtışımız. Bu nedenle bir filmi değerlendirirken farkında olmadan –ister istemez- hepimiz, söylenme/işlenme biçimi farklı olanı beğenmeye, bir yandan da his dünyamızı en çok kuşatana ve etkileyene meylediyoruz. Demek ki ana kaynak insanî hisler ve bunun özgün yansıtılma biçimi.
Muazzam derecede fikir ayrılıklarının ve ayrıştırmaların olduğu bir ülkede yaşıyoruz ve sanata dair olan şeylere ulaşım günden güne zorlaşacak gibi hissediyor insan bir süre sonra. Bu noktada biraz distopik düşünecek olursak; hiç film çekilmeyen ve sinema salonlarının kaldırıldığı bir yerde hayatta kalırdık belki ama yaşamak ne denli mümkün olurdu sence?
Bugüne kadar sinemanın teknik yönüne dâhil olan çoğu unsur –görüntüleme, ışık vb.- belki kasıtlı olmadan, rastlantılar sonucunda icat edildi; ama fotoğrafın statik yapısını hareketle birleştirmek, yani hareketi kaydetmek, XIX. yüzyılın sonlarında özel ve titiz çalışmalar sonucunda gerçekleştirildi. Bu anlamda sinema, bir talebi karşılamak üzere icat edilen bir teknik. Talepten söz ediyorsak eğer, demek ki eksikliği hissedilen bir şey var ortada, ki bu da yalnız sinemanın sağladığı, kendine özgü gösterme-iletişim biçimi. Sinemanın olmadığı bir dünyada insanlar yüzyıllar boyunca yaşamışlar; ama sonunda göstererek kendini ifade etme ihtiyacını bir şekilde karşılamak üzere çözüm arayışına girmişler. Lumiere kardeşler ilk film çekim tekniğini icat etmemiş olsalardı muhtemelen bugün onun yerine görsel alanda alternatif bir teknik geliştirilirdi. Bunun adı sinema olmazdı belki ama yine görüntüyü, sesi ve hareketi birleştiren başka bir teknikle, benzer bir sistem geliştirilirdi. Çünkü ister edebiyat olsun, ister resim, müzik, heykel ya da sahne sanatları; hepsi de insanın “kendini ifade etme ihtiyacı”ndan ileri gelen, kaçınılmaz birer sonuç.
Biraz da ütopik düşünüp konuyu tatlıya bağlayalım; senin için umut hep var mıdır?
Umut, benim için hayal gücüyle eşdeğer. Ancak bunun da ötesinde, suskunluğunda da konuşmalarında da hiç durmadan paralel bir hayal dünyasında yaşayan biri olarak aynı zamanda nefes almaya, suya, yaşamaya bedel. Hayatımızda her şey çok karamsar, her yolun sonu tıkanmış gibi görünüyorsa eğer, demek ki umudun durduğu açıdan bakmamışız, henüz o açıyı keşfetmemişizdir. Yalnızca elindeki gerçeklerle kendilerini sınırlayanlar, bir adım ötesine gitmekten çok uzaktırlar. Onların karşı çıktıklarının aksine hayal etmek, damağımıza bal çalmak değil; onu beslemek, iyileştirmek, bir bebeğin doğumu gibi ona can bahşetmek ve böylelikle bir adım ötesine kapı aralamak çünkü. Başka türlü nefes alabilmek de mümkün değil zaten.