Ülkemizdeki saygın kültür-sanat sitelerinden Tersninja.com’da ve 2012’den beri Aydınlık Gazetesi’nde sinema yazıları kaleme alan Ercan Dalkılıç ile ülkemizdeki sinema yazarlığının durumundan, bu seneki Oscar Ödül Töreni’ne kadar uzanan gayet keyifli bir sohbet gerçekleştirdik.
Biraz klasik bir soruyla başlayacağım. Bu mesleğe nasıl başladınız? Bu işi icra etme kararını nasıl verdiniz?
Benim küçüklükten gelen bir yazma alışkanlığım vardı zaten. 90’ların sonunda bir VCD akımı başladı ülkemizde. Neredeyse mahalle başına iki adet VCD kiralama dükkânı düşüyordu o dönem. Taşrada yapacak fazla bir sosyal etkinlik olmadığından her gün filmler kiralayıp izlemeye başladım. Benim ”sinema”ya başlamam tam da o bu zamana rastlıyor aslında, her gün kiralanan bu filmlerin benim için bir ifade alanı oluşturabileceğini fark etmemle birlikte hayatım değişti. O sıralar (2000’ler ortası yani) sinema üzerine okumaya da başlamıştım yeni yeni. Birçok sinema yazarını deli gibi okuyordum. Özellikle Mehmet Açar’ın yönetmenliğinde çıkan Sinema Dergisi’nin eski sayılarını hatmetmiştim. Blogların yükselişe geçtiği günlerde kendime bir blog açtım ve sinema yazmaya başladım. Bir anda oldu bu, bir karar filan vermedim açıkçası öyle uzun uzadıya ölçüp biçip. 2008’den beri de matbu olarak yayınlanmaya başladı yazılarım. Birçok dergi, gazete ve siteden sonra Tersninja.com’a geçtim. Hâlâ Aydınlık Gazetesi’nde (her Cuma) ve Tersninja.com’da sinema yazmaya devam ediyorum.
Türkiye’de film eleştirmenliğin durumu nedir? Bu mesleği icra etmek isteyenlere neler önerirsiniz? Sadece bu işi yaparak insanların geçimini sağlaması mümkün mü?
Ülkemizde gazeteciliğin alt dalı olarak yürütülüyor hâlâ sinema yazarlığı. Oysa başlı başına bir meslek bu, dünyada öyle yani. Zaten öyle de olması gerekir. Fakat sinema yazarlığı hala kurumsallaşamadı ülkemizde. Bunun önündeki en büyük engel yine sinema yazarlığını forse eden kurum ve kurumların kendisi bana kalırsa. Sinema yazarak geçimini sürdürebilen sinema yazarı sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Sinema yazarlığı yapan kişilerin birçoğu –neredeyse tamamına yakını- para dahi kazanamıyor bu işten. Başka bir iş yapmak zorundalar, ancak hayatlarını öyle sürdürebilirler. Sinema yazarlığını kurumsallaştırdığını iddia eden kurumlar bu konuda ne yapıyorlar, bilmiyoruz açıkçası. Kağıt üzerinde “sarı bir dernek” olarak faaliyet göstermeye devam ediyor bu kurum. Tabii sorun burada kurumun tüzel kişiliği değil tam olarak. Kurumun 20 yıldır başına çöreklenen anlayışın sinema yazarlığını yönetemediği ortada. Umarım gelecek yönetimler daha basiretli davranarak sinema yazarlığını kurumsallaştırabilirler, tek dileğim bu. Önceleri pekâlâ bu işten para kazanıyor, hayatlarını idare ettirebiliyordu insanlar. O günlere geri dönmememiz gerek bir şekilde bir an önce. Özetle sinema yazarı olmak isteyenlere şunu söylemek gerek: Para hayatınızda öncelikli bir olgu ise, hiç sinema yazarı olmaya kalkışmayın bu ülkede.
Türkiye’de film eleştirmenliğinin bu kadar basit bir iş olarak görülmesi konusunda ne düşünüyorsunuz? Bildiğimiz kadarıyla gelişmiş ülkelerde bu işin saygınlığı oldukça fazla.
Bunu salt sinema yazarlığına/film eleştirmenliğine indirgemek çok sağlıksız. Bence bu ülkede 2000’ler başında internetin yaygınlaşmasıyla birlikte kültür işi çok hafife alınmaya başladı. Bir yazı kaleme almak için bir odalar dolusu kitap edinmek, araştırma yapmak gerekmiyor artık. Netten anahtar kelimeleri taratıp gerekli “kapsül bilgi”ye ulaşabiliyorsunuz ânında. Hâl böyle olunca, araştırma-incelemenin geri plana atıldığı, sadece bilginin derinleştirilmeden, direkt aktarıldığı bir yazın türedi. Ve bu yazını/yazıları üretmesi ne kadar kolaysa türetmesi de bir o kadar kolay. Bilgiye bir şekilde sahip olan, ama ona nüfuz edemeyen, onu dönüştüremeyen, bilgiyi salt vitrin aracı olarak kullanan niteliksizler korosu, film eleştirmenliğine de aynı şeyi yaptı. Elini attığı diğer tüm yazın türleri gibi onu da bayağılaştırdı. Doğal bir sonuç olarak görüyorum bunu ben. Yapacak pek bir şey yok bu konuda.
Haftada kaç film izleme fırsatınız oluyor? İzlemek istemediğiniz hâlde mesleki sorumluluklardan ötürü bazı filmleri izlemek sizde nasıl etki yaratıyor? Biraz daha açarsam sinemaya olan ilginizi öldürüyor mu?
90’lar sonundan itibaren neredeyse her gün bir film izliyorum ben… Mesleki sorumluktan ötürü o bahse konu olan filmleri izlemekten özellikle kaçınıyorum. Her filmi yazmak gibi bir düsturum olmadığı için bu manevrayı yapmak kolay. Her filmi yazan/yazması gereken arkadaşların hâli vahim açıkçası. (Gülüyor.) Dolayısıyla benim sinemaya olan ilgimi azaltamıyor o kötü filmler.
Bu işi icra etmek için diğer sanat dalları hakkında yeterli bir bilgi birikimine sahip olmak mı gerekiyor?
Yeni sanat olarak adlandırılması boşuna değil sinemanın. Birçok sanattan beslenerek oluşturuldu. Fotoğraf, müzik, edebiyat, drama vb. sanatların bileşkesi bugün modern sinema dediğimiz şey. Dolayısıyla diğer sanat dallarını (kabaca da olsa) bilmek gerekiyor en azından. Psikanaliz sinemanın olmazsa olmazı konumunda şu anda. Psikanaliz bilmeyen, üzerine kafa yormayan birinin bence “sinema”yı tam olarak kavrayabilmesi mümkün değil. Tabii sinema yazan birinin de psikanalizi –hiç- bilmeden sinema yazması çok abes geliyor bana.
Tarantino’ya karşı olan hayranlığınızı biliyorum. Affınıza sığınarak söylüyorum, Tarantino’yu biraz derinliksiz ve kişisel zevki için film çeken biri olarak görüyorum. Sizin sinemanın sanatsal gücüne olan inancınız nedir?
Bugün sinema başta olmak üzere hiçbir sanat dalı kültür endüstrisinden bağımsız olarak düşünülemez. Tablo müzayedeye çıkar, film vizyona girer, son durakları buralardır bu ürünlerin. Sinema büyük bir sanat olmanın yanında çok büyük bir endüstri… Dolayısıyla Tarantino için de, atıyorum Bela Tarr için de bence bu geçerli. Sanata inandığınız kadar, endüstriye de inanmak durumundasınız bugün.
Atölye düzenlediğinizi biliyorum hatta yakında başlayacak bir atölyeniz var. Kendi atölyeniz ve son yıllarda oldukça fazlalaşan sinema atölyeleri hakkında bir değerlendirme yapabilir misiniz? Bu işin güçlükleri nelerdir? Atölyelerin katılımcılara olan katkısı tam anlamıyla nedir?
Düzenli olmamakla birlikte son üç-dört yıldır film analizi atölyesi yapıyorum. Yeni atölyemiz de Alakarga Yayınları’nın koordine ettiği Alakarga Atölye’de olacak Şubat ayı içinde. Diğer sinema atölyeleriyle ilgili bir yorum yapmam yanlış olur. Hiç bilmiyorum nasıl bir program uyguladıklarını, neleri ilke edindiklerini. Benim yaptığım atölyelerde biz sinemaseverlerle birçok disiplinden beslenerek bir filmin nasıl okunabileceği üzerine tartışmalar yürütüyoruz. Platon’un mağarasından başlayarak günümüz Türkiye sinemasına kadar uzanıyoruz atölyede. Sinemanın aynı zamanda güçlü bir düşünme pratiğini içerdiğini, filmlerin aslında göründüklerinden çok daha fazlası olduğunu tecrübe ediyoruz hep birlikte. Sinemaya az çok ilgisi olan herkesin bir şey öğrenebileceği, kendinden parçalar bulabileceği bir atölye bu.
Geçmişten günümüze baktığımızda, tek bir isim verecek olsanız sinemamıza en büyük katkıyı sizce kim yapmıştır?
En büyük katkıyı sanıyorum ki Yılmaz Güney yaptı. Halkın arasından ayağının tozu, yüreğinin pasıyla çıkarak yine halka en duru ve en güçlü sinemayı verdi o. Sadece ülkemizde değil, dünya tarafından da benimsenen bir sinemacıydı estetik bağlamda. En önemlisi de yaptığı sinema halkın tarafındaydı. Onun borcunu asla ödeyemeyiz.
Son yıllarda ülkemizde beğendiğiniz yapımlar ve yönetmenler kimlerdir?
Sektörel bakımdan her sene 100 film batsa da nitelik her geçen gün daha da ileriye gidiyor sinemamızda. Birçok yapım ve isim var muhakkak, ama şimdi ilk aklıma gelenlerden birkaç tanesini sıralayayım: Kar Korsanları (2015) (Faruk Hacıhafızoğlu), Toz Ruhu (2014) (Nesimi Yetik) ve Kümes (2014) (Ufuk Bayraktar)…
Oscar bildiğiniz üzere ırkçılık olayları ile çalkalanıyor? Ve birçok eleştirmen tarafından oryantalist bulunan Mustang (2015) yabancı film dalında aday oldu. Bu konularla da ilişkili olarak bu seneki Oscar ödüllerini değerlendirebilir misiniz? Ve bu seneki favorileriniz nelerdir?
Ben sinemanın ödül ayağı ile çok fazla ilgilenmiyorum, doğruyu söylemek gerekirse. Bu seneki favorim The Big Short (2015). Ama ne kadar ödül kazanır, En İyi Film Oscar’ını alabilir mi, bilemem. Mustang, yurtdışında çok fazla sevildi ve birçok ödül topladı. Bizdeyse ülkemiz gerçekliğini yansıtmadığı için eleştiri oklarının hedefi oldu. Ben de öyle düşünenlerdenim; o hikâyenin Türkiye’de, özellikle de Karadeniz gibi bir coğrafyada geçmesi neredeyse imkânsız. Konusu asgari gerçeklik şartlarını taşımıyordu, ancak estetik olarak çok olgun bir filmdi. En İyi Yabancı Dilde Film Oscar’ına aday olmasına şaşırmadım bu yüzden. Zaten Türkiye’de yaşamayan bir sinemaseverin Mustang’deki gerçeklik mevzusuna takılacağını düşünmüyorum. Dramatik açıdan sorunsuzdu yapı, onlar salt bu yönüne bakıp değerlendirmiştir sonuçta. Onları da anlayışla karşılamak lazım… Fakat şunu da göz ardı etmemek gerekir ki, Oscar gibi major ödüller salt filmlerin niteliğine bakılıp verilen şeyler değil maalesef. Bu adaylıklar/ödüller verilirken birçok faktörün (lobi vs.) devreye girdiği de bilinen bir gerçek. Mustang’in ve yönetmeni Deniz Gamze Ergüven’in zaten bize mâl edilmesini de anlamış değilim. Fatih Akın, Ferzan Özpetek gibi yönetmenlerin ben bize ait olmadığını, bizim sinemamızı yapmadıklarını düşünüyorum naçizane. Onların başarılarını kendimize mâl etmemiz çok anlamsız.
Son olarak sinema yazarlığı yapmak isteyenlere neler önerirsiniz?
Eleştiri, bir edebi alt-tür ve biz bu türü Türkçe olarak icra ediyoruz. Dolayısıyla Türkçe dilini olabildiğince iyi kullanmak zorundayız, zorunda hissetmeliyiz kendimizi. Bana kalırsa sinema yazmak isteyen biri en başta Orhan Kemal, Vedat Türkali, Sait Faik ve buna benzer Türkçe ustalarını iyice özümsemeli. Dilimizi en iyi, bu büyük yazarlardan öğrenebiliriz çünkü. Diğer tavsiyem ise gayet basit: Sinema hakkında ellerine ne geçirirlerse okusunlar, zaten o ellerine geçirdikleri onları başka sanat dallarına da sevk edecek. Bu da sinema yazmak için gereken bir zemini oluşturmaya başlayacak onlar için.
Röportaj güzel ancak yapacak gerçek bir eleştirmen bulamadınız mı? Bu şahsın yazıları da değindiği gibi bayat. Kusura bakmasın.