Bugüne kadar yaşadığınız her gün aynı sabaha uyandınız, yapmayı bildiğiniz tek işi yaptınız ve günlerden bir gün sahip olduğunuz ve sımsıkı sarıldığınız bu can simidinin elinizden kaydığını fark ettiniz. Çıkışı göremiyorsunuz, tıkandınız. Eğer böylesi bir hâletiruhiye içerisinde olsaydınız ne yapardınız?
Paul başarılı, tanınan bir oyuncudur ve New York’ta sahnelenecek olan Çehov’un meşhur oyunu ‘Vanya Dayı’da rol alacaktır. Fakat bir türlü kendisini tatmin edecek performansı gösterememektedir, kendisini hem özel hem de profesyonel hayatında tıkanmış hisseder.
Çehov’un oyunlarını okuyanlar bilirler, onun karakterleri hayatlarının bir noktasında takılmış, çıkış yolu bulamayan, yok oluşun eşiğine gelmiş ‘eylemsizlik’ten muzdarip aydın kişilerdir. Sophie Barthes de ilk uzun metraj denemesi Cold Souls’da (2009) bizi aynı sorunsalın güncel bir yorumu ile karşı karşıya bırakıyor ve bunu hiç lafı dolaştırmadan gayet açık bir şekilde yapıyor. Daha ilk sahneden filminin ana kahramanı Paul ile Çehov’un Vanya karakteri arasında birebir paraleller kuruyor; ikisi de hayatın monotonluğu altında ezilmiş hissediyor, ikisi de yıllarca boş yere çalışıp hayatlarını harcamış olmaktan korkuyorlar.
Paul’un duygusal bunalım içerisindeki kişilere ruhlarını vücutlarından çıkarma ve depolama hizmeti veren bir klinik olduğunu keşfetmesi, kendi duyguları ve geçmişiyle yüzleşmek yerine kısa yolu seçip onlardan kurtulmak istemesi aslında tüm filmin ana sorunsalını oluşturuyor. Barthes’in oldukça yerinde bir bilim kurgu metaforla anlatmayı seçtiği bu fenomen hepimizin zaman zaman başvurduğu bir yöntemi gözler önüne seriyor aslında, bize acı veren hislerle yüzleşmek yerine onları bastırma yolunu seçmek. Peki, bu yol insanı nereye götürür, kendimizden ne kadar kaçabiliriz? Bizi biz yapan hisler olmadan yaşamaya devam edebilir miyiz? İşte bu sorular Barthes’in filmini kuşatıyor.
Tabii Barthes bu filmde yalnızca bireysel bir iç hesaplaşma hikâyesi anlatmıyor. Artık içinde yaşadığımız dünya, duyguların ve hislerin önemsizleştiği, her şeyin nesneleştiği, materyalleştiği bir dünya. Filmin de bu konuda söyleyecek sözleri var elbet. Bahsi geçen klinik, içinde yaşadığımız ekonomik sistemin uç sonuçlarından biri gibi. Bu klinikte insanların vücutlarından çıkarılan ruhlar objelere dönüşüyorlar ve klinik tarafından sahiplerine bir cam kap içerisinde kasalarına koymaları için iade ediliyorlar. Kendini var edebilmek için insanların özünü kullanan, bu özü kapitilize eden bir kliniğin ruhları kasalarda saklanacak basit birer nesne hâline getirmesi ise şaşılacak bir sonuç olmasa gerek.
Hikâye ilerledikçe arka planda seyreden başka bir mesele dikkatimizi çekiyor. Günümüz dünyasının belki de en büyük ayıplarından biri olan insan ticareti ve bu sorunun sonuçları üzerine de anlatacakları var bu filmin. Barthes’in kurduğu bu yarı gerçek-yarı fantezi dünyada, aynı insan trafiği yapanlar gibi ruh ticareti yapanlar da türemiştir. E ne de olsa aynı insan bedeninin metalaştırılması gibi ruhlar da metalaştırılmıştır artık. Rusya’dan Amerika’ya bir Rus kadını (Nina) kullanarak yasal olmayan yollardan ruh götürüp getirmektedirler. Bu suç örgütlerinin artık harcanan yaşamları umursamadan insanların bedenleri yerine ruhlarını satmaya başlaması ve ruhlarından ayrılan insanların sonunda hissizleşip yok olmaya yüz tutması da filmin tümüne hâkim olan önemli bir bakış açısını ortaya koyuyor. İnsanları analitik akıl ve duygular olarak ikiye ayırmış bir kültürün aslında çok da gerçeği yansıtmadığını, insan denen varlığın düşüncesi ve duygularıyla, bedeni ve ruhuyla bir bütün olduğunu ve biri var olmadan diğerinin de olamayacağını ortaya koyan bir bakış açısını…
Aynı bakış açısı filmin ana karakterinin yaşadıklarında gerçek ifadesini bulmaya başlar. Sonunda onu sürekli aşağı çeken ruhundan kurtulmuş olan Paul, başta, yaptığı şeyin sonucunu kavrayamamış olsa da zamanla artık hiçbir şey hissedemediğinin farkına varır. Ruhsuz hayatına devam edemeyeceğini anlayıp başka bir ruh kiralamaya kalkar fakat bu sefer daha da mutsuz olur. Tek çare kendisine geri dönmektir artık. Bu sırada Nina, sonradan bu yaptığına pişman olacak olsa da, patronun isteği üzerine bir aktörün ruhunu çalmak için yola koyulur. Paul kendi özünü geri istemek için kliniğe geldiğinde artık çok geçtir; ruhu kasasında yoktur, Nina onu çoktan Rusya’ya götürmüştür. Rus kadının varlığını öğrenen Paul ise kendini tekrar bulabilmek için onun da yardımını isteyerek bilmediği bir ülkeye doğru yola çıkar.
Kuşkusuz bu film her yapımda kolay kolay karşımıza çıkmayan bir özelliğe sahip: Hikâyesini çok katmanlı bir biçimde, hem dramatik hatta trajik hem de eğlendiren eşsiz mizahi bir yöntemle kuruyor. Barthes’in bu filmde oluşturduğu dünya şüphesiz seyircilere Charlie Kaufman’ın senaryosunu yazdığı filmleri anımsatacak; başrolde gerçek dünyada var olan bir karakterin alt-egosu karşımıza çıkar, yine bildiğimiz dünyada var olmayan gerçeküstü bir durumla karşılaşır ve gelişen olayların söz konusu karakteri kendisiyle nasıl yüzleştirdiğini izleriz. Yine benzer bir şekilde Woody Allen filmlerinin etkisi de dikkatli izleyenlerin ilgisini çekecektir. Nevrotik kişiliği ile bize Allen’ın karakterlerini anımsatan Paul’un yaşadıkları, çalıştığı tiyatroda oynamaya hazırlandığı rol olan “Vanya” ile de oldukça bariz benzerlikler taşıyor. Hikâyesine kendini tanımayan, işini kaybetmenin eşiğinde ve yıllarını boşa harcamış olmaktan korkan bir adam olarak başlıyor, birçoğumuz gibi hayatını devam ettirebilmek için kendini yeniden keşfetmek zorunda olduğunun ise bir türlü farkına varamıyor, ta ki elindeki değeri kaybedene kadar. İşte tam da bu noktada beklenmedik bir dönüş gerçekleşiyor, Paul kendini yeniden bulabilmek için o bildik klasik hikâyelerden aşina olduğumuz kahramanın yolculuğuna çıkma cesaretini gösteriyor. Zamanla çağdaş bir mite dönüşen bu macerada Paul, Nina’nın da pişmanlığı ve yardımıyla çalınan ruhunu geri kazanabilmek için adeta ölüler ülkesini anımsatan Rusya’ya, tanımadığı ve bilmediği bu topraklara doğru yola çıkıyor. Bir yandan içinde hapsolan ruhu kurtarmak isterken bir yandan da kendini bulmaya çalışıyor. Aynı zamanda bu film hepimizin az çok bildiği meşhur bir hikâyenin izlerini de taşıyor beraberinde, mutluluk ve başarı için kendi ruhundan vazgeçen Faust’un hikâyesini yankılıyor bize. Kliniğin başındaki Dr. Flintstein ise sahip olduğu ama nasıl çalıştığını anlamadığı teknolojik bir silaha sahip, “şeytanın emrindeki” Mephisto’yu simgeliyor adeta. Böylece “ölüler ülkesine ziyaret” metaforu anlamını daha da güçlendiriyor. Bu noktada, çağdaş sinemada sık sık dile getirilen “çığırından-çıkan-bilim” eleştirisinin Cold Souls’da da kendine yer bulduğunu söylemek gerek. Filmdeki kliniğin bilimi ve teknolojiyi para kazanmak uğruna insanları özlerinden arındırmak için kullanması adeta seyirciye gelecekle ilgili bir uyarı niteliğinde.
Daha önce de bahsettiğim gibi bu öyküde “ruh” olgusunun kendine bulduğu ifade de dikkate değer elbet. Yalnızca hisleri ve duyguları değil, anıları ve deneyimleri de insanların özleriyle bağdaştırıyor. Paul’un yaşadıklarına baktığımızda anlıyoruz ki ruhumuz yalnızca doğuştan bize verilmiş bir hediyeden ibaret değil, bizi biz yapan geçmiş yaşantılarımız, bizi sevenler ve sevdiklerimiz aslında.
Filmin ortalarına doğru Paul, bir çare umuduyla kliniğe gittiğinde derdinin aslında mutlu olmak olmadığını, yalnızca bu hissettiği acıdan kurtulmak istediğini söyler. Doktora göre ise sadece acıdan kurtulmak yetmez, mutlu olması da gerekir insanın, elinde böyle bir şansı varsa eğer. Ya da öyle midir sahiden? Bu suni mutluluk hayali değil midir sonrasında Paul’u yoldan çıkaran?
Hikâyenin sonunda perdenin ışığı karardı ve düşünmeye başladım. Birçoğumuz saadet hayalleriyle harcıyoruz hayatımızı, en yüce değerlerimizi dahi bu uğurda feda edebiliyoruz, cehaleti seçiyoruz.
Şüphesiz kimse arzulamaz acıyı. Peki ya mutluluğa ne demeli? Herkes ister mi mutlu olmayı?