“Otantik Bir Kaçış : Mardin – I”i tekrar okumak istersen burada.
Pazar sabahı 7’de kalktığımızda, uykumuz olmasına rağmen gayet dinçtik. Önceki günün yorgunluğundan ve gece içilen o kadar şaraptan eser yoktu. Mardin’in havasından mıdır, suyundan mıdır yoksa şarabından mıdır bilemeyeceğim. Otelde fena olmayan bir açık büfe kahvaltı yaptıktan sonra otelin önünden minibüsümüze binip yola koyulduk.
İlk hedefimiz Hasankeyf’ti. Haritadan daha önce bakmadığımdan yol bana çok uzun geldi. İyi de oldu, biraz yolun keyfini çıkardım. Ağacı zor gördüğünüz uçsuz bucaksız düzlükler, tepelerden geçtik. Yol kenarında yürürken gördüğümüz silahlı bir koruma hariç garip bir görüntüyle de karşılaşmadık. İnsan bu topraklarda yol alırken binlerce yıldır kimlerin neler yaşayıp buraları aşındırdığını merak ediyor. İşte böyle senaryolar beynimde küçük fırtınalar oluşturken, bir yandan da Ceylan Ertem’in (o tarihte daha bir haftalıktı) yeni albümünün enfes tınıları bu fırtınalara fon müziği oluştururken Güneydoğu’nun bu ünlü ilçesine vardık.
Servisten inerken şoförümüz bize yerlilerden bir rehber ayarladı. Zaten bu rehberler meydanda gelecek turistleri bekliyor, her an gelebilecek turistlerin üzerine atlamaya hazır olarak. Bu rehberle çarşı içinden geçerek kanyona ve mağaralara yöneldik. Hasankeyf adı, çoğumuz için tanıdık bir isim. Sular altında kalacak olmasıyla yaklaşık 15 yıldır gündemde olan ilçe, hâlâ bu tehlikeyle karşı karşıya. Devlet de ne yapacağına karar verememiş anlaşılan. Çünkü olası barajın yapılmasıyla su altında kalacak tarihi bir köprüyü restore etmeye başlamış. Ülkemize ait çelişkiler demetinden küçücük bir örnek.
Ardından rehberimizle tırmanmaya başladık. Burada bir kanyonun içinde bulunan kale, Hasankeyf’in esas tarihi yerleşim merkeziymiş. Bir süre önceye kadar da gezilebilen bu kaleye, şu an tehlikeli (taş düşmesi, vs.) olduğundan girilemiyor. Tepeye çıkınca eskiden insanların yaşadığı mağaralardan birini gezdik. Bu mağaralar ilkel görünse de gayet yaşanabilir. Üstelik mağara içi sıcaklığının yaz-kış sabit 19 derece olması önemli bir özellik. Bölge halkı zaten 1970’lere kadar bu mağaralarda yaşıyormuş. Sonra Demirel ilçeye gelmiş ve seçim vaadi olarak ovaya apartmanlar yaptırıp hepsini taşıtacağını söylemiş. Yapmış da ama nasıl? Ovadaki tüm tarihi yapıları mahvederek apartmanlar dikilmiş. Halk buralara taşınınca (Allah bilir her birinden kaç lira alınmıştır?) da ısınma sorunu ortaya çıkmış. Çünkü bölgedeki orman azlığı yüzünden yakacak bölge dışından oldukça pahalıya getirilmiş. Oysaki yerleşim biçimi, mümkün olduğunca doğaya (iklime, coğrafyaya, vs.) göre olmalı. Belki mağara yerine ona benzeyen bir konut tipi yapılabilirdi ki benzer sorunu Harran’da da görmüştük. İşte Türkiye’nin kapitalizme endeksli ve çelişkilerle dolu durumunu özetleyen başka bir örnek.
Çarşıya geri dönünce Akkoyunlular’dan kalma bir camideki bir sembol dikkatimizi çekti ki aynısını önceki gün Mardin Ulu Cami’de de görmüştük. Deniz’in şaka yollu “Oğlum, adamlar her esere kendi barkodlarını koymuşlar.” saptaması bir açıdan doğruydu. Nitekim gezi dönüşü yine kendi araştırmasıyla bu sembole Müslüman-Türk kültüründe ‘çarkıfelek’ dendiği ve çeşitli üsluplarda çeşitli yerlerde kullanıldığı anlaşıldı (Selimiye Cami’nde de kullanılmış) [1]. Ama sembol çok daha eskidir. Svastika (swastika) olarak adlandırılan bu sembol, arkeolojiye göre ilk defa Hindistan’ta ortaya çıktı ve binlerce yıl boyunca çeşitli anlamlarda kullanıldı. İlk ve en yaygın olarak şans getirme sembolü olarak kullanılsa da Nazilerin benimsemesiyle uzun yıllar olumsuz çağrışımlar yaptı. James Churchward’ın Mu’nun Kutsal Sembolleri kitabına göreyse sembol Mu’ya dayanıyor ve ‘Evrenin Dört Büyük İnşa Edicisi’ni sembolize ediyor [2]. Biz bu ‘inşa edicileri’ dört büyük melek olarak tanıyoruz artık: Cebrail, Azrail, Mikail ve İsrafil. Önceki yazıda da başka bir örneğini belirttiğim üzere, Mezopotamya’nın geniş tarihi ve bu süreçte bir sürü uygarlığa yurt olması, oldukça kadim sembollerin ve/veya mimari detayların bölgede farklı şekillerde yer almasına yol açmış.
Nehir kenarındaki bir çay bahçesinde çay/kahve içip dinlenerek Hasankeyf turumuzu bitiriyoruz. Buradaki çarşıdan bir sürü şey alabileceğinizi not düşelim. Ben yeğenime tahtadan yapılmış güzel bir oyuncak araba aldım. Benzer şekilde kap kacak gibi eşyalar da alabilirsiniz. Mesela şarap içmek için bakır tas alanlar oldu (her ne kadar satıcıya ayran için alındığı söylense de 🙂 ).
Sonraki durağımız olan Mor Gabriel Manastırı’na yol alırken tüm yolu işgal etmiş bir koyun sürüsüyle karşılaşmak da güzeldi. Bol bol fotoğraf çekildi bu sayede. Anadolu yollarında bunun gibi sevimli manzaralarla karşılaşma olasılığı oldukça cezbedici. Keza oldukça ıssız olan Sivas-Divriği yolu bu yüzden çok güzeldir.
Mor Gabriel Manastırı, Midyat’a 23 km uzaklığındaki bir tepeye konuşlanmış. İlk yapıları 397’de kurulmuş ama özellikle 5. yüzyılda gelişen manastır, dünyadaki en eski manastırlar arasında yer alıyor. İçerisini gezmek ücretsiz fakat bir rehber yardımıyla kontrollü olarak gezebiliyorsunuz. Tam girerken o sırada çıkmakta olan grupta tanıdık yüzler görüyorum, EPGİK grubu önümüze geçmiş. Ayak üstü iki sohbet edip ayrılıyoruz. İlk ziyaret ettiğimiz yer ana kilise, burada manastırın ana tarihçesi anlatılıyor. 13. yüzyıl öncesi buradaki ihtişam ve bulunan eşyalar özellikle zirkediliyor ama bu asırda gerçekleşen Moğol istilası tüm bunların yağmalanmasına yol açıyor. Moğol istilası, Orta Doğu ve Mezopotamya için ciddi bir gerileme dönemi ki sonrasında bölge bir daha eski günlerine hiç ulaşamıyor. Antep ve Urfa gezilerimizde de benzer hikâyeleri duymuştuk. Sonrasında Theodora Kubbesi’ne gidiyoruz. Dıştan kare, içten sekizgen olan bir yapının tavanını oluşturan bu kubbe, akustik özelliklere (günümüzde bilhassa konser salonlarında kullanılan bir tekniğe) sahip. Ardından sırasıyla Meryem Ana Kilisesi ve Azizler Evi’ni (papazların gömüldüğü oda) ziyaret ediyoruz. Deyrulzeyefan’daki ana kilise ve mezarlık odası ile benzer amaçlara hizmet ediyor bu odalar. Farklı inanç ve kültürlere ilgi duyanların ziyaret etmesi gereken bir yer, bu güzel manastır.
Turumuzu tamamlayınca rotamızı Midyat’a çeviriyoruz. Şoförümüz çok zamanımız olmadığını söylediğinden Midyat içini gezemesek de size ilk yazıda bahsettiğim Mor Gabriel’e ait şarap dükkanına gidiyoruz. Kargoyla gönderilebildiğini öğrenince pek seviniyoruz, taşımayacağız ve uçakta sorun olmayacak diye. Önceki gece içtiğimiz Bağdadi’den alamasak da Turabdin (kırmızı) ve Dara (beyaz) siparişi verip çıkıyoruz. Şoförümüz bize Midyat’ın tam merkezinde olmayan bir lokanta ayarlıyor. Burada Mardin yemeklerini bir kez daha afiyetle yiyoruz. Midyat’tan çıkmadan da bölgenin tatlıcı zinciri Sadık Künefe’ye (hani önceki gece Onur ile tam gidecekken kapanmış olan) giriyoruz. Ne yazık ki künefesi hayal kırıklığı, Güneydoğu’da daha iyisi olmalı, en azından Urfa’da yediğimizde kıvamı yerindeydi.
Tatlıcıdan çıktığımızda hava kapkaranlıktı ve dönüş yolculuğuna başladık. Serviste hiç çıt çıkmadı havaalanına kadar. İki günün yorgunluğu ve yeni yenilen yemekler yüzünden herkes mayışmıştı. Şoförümüze 850 TL’lik toplam ücreti ödeyip havaalanı kapısında indik. Uçağın zamanını beklerken kah vampir-köylü oynadık kah muhabbet ettik. EPGİK grubuyla da Mardin’i konuştuk bolca. (Zaten haftasonları yapılan Anadolu kaçamaklarında, cumartesi sabahki yolcularla dönüş yolcuları aynı oluyor genelde.) Zamanı gelince de uçağa binerek ayrıldık bu otantik diyardan.
Mardin dedikleri kadar güzel, otantik ve keyifli bir rota. 2 günde de rahatlıkla gezebilirsiniz, hele havaların 8 civarı karardığı bir vakit. Tarih, yemek ve alışveriş açısından gayet doyurucu olması farklı, insan gruplarının ilgisini çekebilmesi açısından önemli. Bu iki günde gezdiğim rotalara uğramanızı öneririm, hepsinin ayrı bir özelliği var. En önemlisi grup hâlinde gitmeniz ki akşam yemeğinin tadını çıkarabilin. Yalnız başınıza tarihi yerleri gezebilseniz de akşam sıkılabilirsiniz. Sokaklarında Türkçe, Kürtçe ve Süryanice’nin garipsenilmeden konuşulduğu bu diyara bir daha gelmek isterim.
Bu yolculuğu birlikte yaptığım Engin, Hilal, Deniz, Emel, Filiz, Onur, Semen, Bertan, Ayşe, Zeynep, Pınar ve Makbule’ye sonsuz teşekkürler. Onlar olmasa hiç keyfi çıkmazdı…
Fotoğraflar: Filiz Dümbek, Deniz Yazgaç, Semen Cirit
[1] Hakan Akıncı, 2012, http://www.edirnetarihi.com/selimiye-camiinde-carkifelek-motifi-hakan-akinci-sanat-tarihci.html [2] James Churchward, Mu’nun Kutsal Sembolleri, Ege Meta Yayınları, 2000, s. 74-75.
“Dünya Kaç Bucak ?“a da bekleriz.