Sosyal yaşamın yapı taşı olan aile, her zaman diliminde önemliydi. Anne, baba ve çocuklardan oluşan bu yaşam birlikteliği varlığını sürdürse de biçimini zamana ve kültüre göre değiştirdi. Yüzyıllar içinde evrim geçiren aile kavramı, 20. yüzyılda ciddi değişikliklere maruz kaldı. ‘Geniş aile’lerin yerini giderek ‘çekirdek aile’lere bıraktığı bu yüzyılın sonlarında ise ‘çekirdek aile’lerin de bölünmeye başladığını gördük. 21. yüzyıl ise bambaşka gelişmelere gebe… Her zaman hayatın aynası olan sinema da aile kavramını incelemeyi tarihi boyunca sürdürmüştür, sürdürecektir de. Biz de aile kurumuna ve onun değişimine değinen filmlerden bir seçki hazırladık.
(Liste kronolojiktir.)
Mildred Pierce (Michael Curtiz, 1945)
2011 yıllında Kate Winslet’li bir mini-dizi olarak yeniden çekilen yapım, sıradan banliyö hayatından sıkılan bir kadının kendisini hayatın akışına bırakışını ve bu seçiminin getirdikleriyle başa çıkma macerasını anlatıyor. Uzun yıllar boyunca ideal aile olarak dünyaya tanıtılan sıradan Amerikan banliyö ailesindeki çatlakları American Beauty (1999) gibi modern yapıtlardan çok önce gösterebilmiş sıra dışı bir film.
Cat on a Hot Tin Roof (Richard Brooks, 1958)
Ünlü oyun yazarı Tennessee Williams’ın metninden uyarlanan film, oldukça varlıklı bir ailenin içindeki sorunları gerçekçi ve çarpıcı bir şekilde sunuyor. Paranın her şeye çare olmadığını, hatta çocuklarda yarattığı aşırı beklentilerden ötürü psikolojik sorunlara yol açtığını ifşa eden zamanının ötesindeki film, Elizabeth Taylor ile Paul Newman sayesinde ise oldukça popüler bir yapıma dönüşmüştür.
Il Gattopardo (Luchino Visconti, 1963)
19. yüzyıl, Avrupa devletlerinde olduğu gibi aristokraside de değişimlere yol açmıştır. Yeni politik akımlar, sanayinin gelişimi gibi hususlar, aristokrat ailelerin zamana ayak uydurmalarını güçleştirmiştir. Visconti, bu başyapıtında ünlü oyuncu Burt Lancester’ın yönettiği ünlü bir Sicilyalı ailenin, zamanın getirdikleriyle nasıl değiştiğinin altını çiziyor. Oldukça göşterişli bir epik dram olan yapım, harikulade vals sahnesi ile gencecik Alain Delon ve Claudia Cardinale’i ihtiva eden kadrosuyla unutulmazlar arasına girmiştir.
Who’s Afraid of Virginia Woolf? (Mike Nichols, 1966)
Geçtiğimiz yıl kaybettiğimiz Mike Nichols, tiyatro yönetmenliğinden sinemaya geçişini bu başyapıtla gerçekleştirmiştir. Yaşlı bir çiftin, genç bir çiftle yedikleri akşam yemeği sonrası içlerinde tuttukları tüm öfkeyi açığa çıkarmalarını konu eden film, aile içi dinamiklerin bireylerde açtığı iyileştirilemeyecek yaraları gösterir. Elizabet Taylor ile Richard Burton’un performansları ise efsaneler arasındadır.
Scenes from a Marriage (Ingmar Bergman, 1973)
Usta yönetmen Bergman’ın mini-dizi olarak hazırladığı proje, çoğu ülkede film olarak gösterilmiş, hatta En İyi Yabancı Film dalında Altın Küre kazanmıştır. Çocukluğundan itibaren ailevi sorunlarla boğuşan Bergman’ın otobiyografik esintiler taşıyan bu yapıtı, evlilik kurumunun artık sürdürülemez hâle geldiğini psikolojik nedenleriyle beraber göstermektedir.
Kramer vs. Kramer (Robert Benton, 1979)
Klasik çekirdek ailede, baba devamlı çalışır ve evin sorunlarıyla pek ilgilenmez. Evin esas sorumlusu annedir ama onun da kişisel yaşamı yoktur. Kramer vs. Kramer (1979) bu aile yapısının devrinin kapandığını yer yer mizahi yer yer de mendil ıslatan bir üslupla anlatıyor. Meryl Streep ile Dustin Hoffman’ın performansları ise kusursuz…
Ordinary People (Robert Redford, 1980)
Robert Redford ilk yönetmenlik denemesinde küçük bir başyapıta imza atıyor. Büyük oğlun intiharı sonucu yara alan aile içi bağların toparlanamayacak kadar parçalanışını dingin bir üslüpla anlatan yapım, 80’lerle beraber aile yapısında oluşacak değişimlerin sinyallerini de veriyor.
Aaahh Belinda (Atıf Yılmaz, 1986)
Türk Sineması’nın en iyi senaryolarından birine sahip olan bu Atıf Yılmaz başyapıtı, orta sınıfa mensup kentli bir aileyi sosyal bir deney yapıyormuşçasına inceliyor. Oldukça sağlam saptamalarda bulunan film, modern Türk ailesinde kadının rolünü sorgulaması açısından da ayrı bir öneme sahip.
Le Déclin de L’empire Américain (Denys Arcand, 1986)
Yaşını başını almış ve belli bir kültürel seviyeye sahip bir grup arkadaş arasında konuşulan cinsellikten tarihe, ilişkiler üzerine serbest atış fikirlerle dolu bu Kanada filmi, geleceğe umutsuz bakışlar atarken bekleyip görmenin en iyisi olduğunu ve her şeye rağmen hayatın devam ettiğini de vurguluyor.
The Ice Storm (Ang Lee, 1997)
90’ların sonuna doğru Hollywood, yıllarca bizzat övdüğü modern Amerikan ailesini yavaştan yermeye başladı. Ang Lee’nin filmi, bunun öncülerinden ve en sert olanlarından. Bir kasabada yaşayan orta-üst sınıf ailelerinin birbirlerine dolanan karmaşık ilişkileri, klasik ailenin çoktan yok olduğunu gösteriyor.
Happiness (ToddSolondz, 1998)
The Ice Storm‘dan (1997) daha ağır bir darbeyi Happiness (1998) vuruyor. Kişisel ve ailevi mutluluğu ararken şahsi ihtirasları/alışkanlıkları yüzünden daha da dibe batan banliyö insanlarının öyküsü, aile kurumunun geldiği noktayı açıkça gözler önüne seriyor.
Festen (Thomas Vinterberg, 1998)
Bu sefer Danimarkalı aristokrat bir ailenin yıllar sonra gerçekleşen kutlamasına konuk oluyoruz. Yıllarca her şeyi sümen altı eden ve mutluluk pozları veren aile, en sonunda patlıyor çünkü zamanın değişmesiyle bireyler güç kazanıyor ve kendilerini ifade etme cesaretini buluyor. Dogme 95 akımının ilk filmi olan yapım, çok güçlü bir aile dramı.
American Beauty (Sam Mendes, 1999)
Happiness‘ın yaptığını daha küçük ölçekte ve daha ana akım sinema dilinde yapan yapım, Sam Mendes’in sinemaya geçiş filmiydi. Aile kurumunu devam ettirebilmek adına kendi hayatlarından fazlasıyla ödün veren bireyleri izlerken aslında bu ödünlerin aile kurumunun içini boşalttığını da fark ediyoruz. Filmin Kevin Spacey ve Annette Bening başta olmak üzere çok iyi performanslar da içerdiğini not edelim.
The Incredibles (Brad Bird, 2004)
Başarılı bir süper kahraman filmi parodisi olarak anılan ünlü animasyon, aynı zamanda aile içi dinamikleri gerçekçi bir şekilde sunuyor. Çocuklar dâhil tüm bireylerin şahsi hayatlarını da, diğerleri ile ilişkilerini de çağa uygun bir şekilde ortaya koyan film, bir nevi modern aile tipini de tanımlıyor.
Little Miss Sunshine (Jonathan Dayton & Valerie Faris, 2006)
21. yüzyıl ile beraber sıradan bir ailenin mevcut olmadığının başka bir tezahürü. Her bireyinin farklı sorunları bulunmasına rağmen bir amaç uğruna bir olmayı başarabilen aile, 21. yüzyılda aile kurumunun durumuna atılan pozitif bir bakış.
Revolutionary Road (Sam Mendes, 2008)
Sam Mendes, American Beauty‘den 9 yıl sonra benzer bir konuyu 50’li yıllar üzerinden anlatıyor. Her şeyin güllük gülistanlık göründüğü yıllarda, evli bir çiftin aslında hayata o kadar da iyimser bakmadığını ve hayatlarındaki rutinden kaçma çabalarını işliyor. Farklı olmalarına rağmen banliyö hayatından kurtulamamaları, bireyin toplum karşısındaki zayıflığının göstergesi.
We Need to Talk About Kevin (Lynne Ramsay, 2011)
21. yüzyıl, ebeveynlerin mutlak gücünü kırıp, aile içinde daha demokratik bir güç dağılımı yarattı. Bu filmde de, kendi bildiğini okuyan bir zamane çocuğunun doğumundan itibaren annesine hayatı zehir edişini izliyoruz. Ezra Miller ile Tilda Swinton’un performansları dudak uçuklatacak cinsten.
Atlıkarınca (İlksen Başarır, 2011)
Amerika’da olduğu gibi eşlerin çalıştığı ve kültürlü çekirdek aile, Cumhuriyet’in kuruluşundan beri desteklendi. Başarır’ın ikinci filmi, dışarıdan kusursuz görünen benzer bir ailenin iç yüzünün hiç öyle olmadığını anlatıyor. Aile içi ensest ve tecavüz gibi ülkemizde tartışılması hâlâ tabu olan konuların gündeme getirilmesi bile başlı başına bir cesaret işiyken, ne yazık ki film yeterince ses getirmedi ve konusu da tartışılmadı.
August: Osage County (John Wells, 2013)
Taşradaki ailelerin farklı sorunlarına dokunmayı seven Tracy Letts’in kendi oyunundan senaryolaştırdığı yapım, babanın ölümü sonrası bir araya gelen ailenin geçmişle hesaplaşmasını konu alıyor. Filmin çok da yeni olmayan bu anlatı türüne kattığı şey ise muhafazakârlığı ile bilinen taşrada da aile kurumunun dağılmaya başladığını ilan etmesi.
Kış Uykusu (Nuri Bilge Ceylan, 2014)
Nuri Bilge Ceylan daha önce İklimler (2006) ile modern çağda ilişkiler üzerine kafa yormuştu. Bu sefer, taşradaki bir entelektüel üzerinden ilişkilere bakıyor. Ana konusu aile içi dinamikler olmasa da filmin ana iskeletini destekleyen, sağlam monolog ve diyaloglarla derinlemesine işleyen Altın Palmiye’li film, modern aileyi çarpıcı bir şekilde inceliyor.
Force Majeure (Ruben Östlund, 2014)
Çocukluğundan beri kendi ayakları üzerinde kalması öğütlenen ve hem maddi hem de manevi anlamda kişisel özerkliğini kazanmak için sıkı bir rekabetten geçen birey, bunu elde ettikten hemen sonra evlenerek bu özerkliğini kendi eliyle teslim ediyor. 21. yüzyılın bu önemli çelişkisini ana eksenine alan film, modern aile ilişkilerini başarılı bir şekilde eşeliyor.
nasıl olur da kynodontas’ı unutursunuz sayın artun bötke?
Aslında listeye girecek daha film var ama bazıları gözümden kaçtı. Kynodontas da bunlardan biri ki oldukça severim.
Güz Sonatı da bu listede yer alabilirdi bence. The tree of life’da öyle tabi aslında çok var .Ama genel olarak güzel bir liste olmuş tebrikler.