Geçtiğimiz yıl olduğu gibi yine birbirinden farklı yirmi ülkeden yılın öne çıkan filmlerini bir araya getirerek kimi insanlığın basit gerçeklerini fantastik dünyalara taşıyan, kimi deneysel girişimlerle anlatı sanatına yenilikler getirmeyi amaçlayan, kimi ise hakikati en yalın haliyle yansıtarak bizleri farklı coğrafyalardan farklı insanların hayatlarına ortaklık etmeye çağıran filmlerle buluşturmak istedik sizleri.
Keşfetmenin keyfine varmanız dileğiyle.
*Sıralama alfabetiktir.
Dabba (The Lunchbox, 2013, Hindistan)
Beklediği sevgiyi ve ilgiyi kocasından göremeyen Ila’nın maharetli ellerinden çıkan yemekler hazırladığı sefertası aracılığıyla kocası yerine başka bir adama, Saajan’a ulaşır. Yalnız yaşayan dul bir adam olan Saajan ile Ila arasında zaman içinde beklenmedik bir aşk filizlenecek; aracıları sefertası her ikisine de yepyeni umutlar müjdeleyecektir.
Teknolojinin alıp başını gittiği günümüz dünyasında insan ilişkilerinin zorlayıcı fakat özlenen köprülerine el atan film aradığı nostaljik tadın kıvamını çok iyi tutturuyor. İyi yazılmış derinlikli karakterlerin güçlü oyunculuklarla desteklenmesi ise filmin hikayesinin taşıdığı sıcaklığı bir adım öteye taşıyarak Dabba’yı yılın dikkat çekici filmleri arasında ön sıralara taşıyor. 2013’te Hindistan’dan çıkan en iyi film olarak nitelendirilen yapımın ülkesinin Oscar adayı olarak tercih edilmemesi ise anlaşılmazlığını koruyor. (Soner Yıldırım)
Epizoda u zivotu beraca zeljeza (An Episode in the Life of an Iron Picker, 2013, Bosna Hersek)
Bosna-Hersek’in şehre uzak Roman köylerinden birinde kimsenin bilmediği bir dram yaşanır. Bildiğimiz köy manzarasından başka; sıra sıra hurda tarlalarından ve bozuk araba ağıllarından oluşan bir köyde geçimini sağlayan Nazif’in sevgilisi Senada ile iki kızları Sandra ve Şemsa’nın hayatını idame ettirmekten başka bir emeli yoktur. Neredeyse tüm köyü oluşturan akrabalarıyla günlük ekmeklerinin peşinde kara kışa meydan okurken üçüncü çocuğuna hamile Senada’nın sancılanması bu aileyi Tanrı’nın bir çilesiyle daha sınayacaktır. Senada’nın bebeği karnında ölmüştür, yoğun kanaması vardır. Acil gereken kürtaj içinse sigortasız bir hasta için tek seçenek neredeyse bin euroyu bulan faturadır. Yalvarmalar, yakarmalar beton gibi duvarlarda fısıltı etkisi yaratır. Sonuçta, hükümetin el uzatmadığı vatandaşı kendi başının çaresine bakmak zorunda kalacaktır.
No Man’s Land (2011) filmiyle “Yabancı Dilde En İyi Film Oscar”ını alan Danis Tanovic’in senaristliğini ve yönetmenliğini yaptığı film, 63. Berlin Film Festivali’nde “Jüri Büyük Ödülü”nü ve Nazif Mujic kendini oynayarak “En İyi Aktör” kategorisinde Gümüş Ayı Ödülü’nü kazanmıştır. 86. Akademi Ödülleri’nde “Yabancı Dilde En İyi Film” dalının favorilerinden biri olarak gösterilen yapım Bosna sineması adına umut aşıladığını söylemek yanlış olmaz. (Aysan Sulu)
Gloria (Gloria, 2013, Şili)
50’li yaşlarının sonunda, iki çocuklu boşanmış bir kadın olan Gloria’nın yalnız geçen hayatının en büyük eğlencesi katıldığı bekarlar partisidir. Burada tanıştığı kendi kuşağından adamlarla tek gecelik ilişkiler yaşayan Gloria bu gecelerden birinde Rodolfo isimli bir adamla duygusal bir bağ kurar. Aralarında hızlı bir ilişki gelişmeye başlar ancak Gloria, Rodolfo’yu tanımaya başladıkça kendisini ve yenilenen beklentilerini de keşfeder. Kaçmak, saklanmak ya da gerçekliğe ulaşmak adına dolaylı yollara girmek için belki çok yorgundur, belki çok kırılgan; ama asla çok yaşlı değil…
Son dönemde ismini sıkça zikretmeye başladığımız Şili sinemasından es geçilmemesi gereken bir yapım olarak dikkat çeken Gloria, gençliğini diktatör Pinochet yönetiminde geçiren olgun bir kadının yalnızlık ve yaşlılık kavramlarıyla baş etme şeklini alışık olduğumuzun aksine optimist bir bakışla yansıtıyor. Yeni bir sorumluluk almanın, ricaların, minnetlerin, ayrılıkların çok daha zor hale geldiği bir yaş dönemini, -usta işi bir sinematografi eşliğinde- duygularını ve cinsel arzularını nereye dökeceğini kestiremeyen ama sevmeyi ölesiye bilen bir kuşağın renkli hayallerine boğuyor. (Soner Yıldırım)
Heli (Heli, 2013, Meksika)
Günümüz Meksikası’ndaki sert, umutsuz ve devlet – uyuşturucu baronları arasındaki ‘karmaşık’ ilişkiyi anlatmaya yoğunlaşan Heli, şiddet kavramını işlemesiyle akla ister istemez City of God (2002) ve Gomorrah (2008) filmlerini de getiriyor.
Yönetmen Amat Escalante kamerasını babasıyla birlikte bir araba fabrikasında çalışan 17 yaşındaki Heli’nin yaşamına çeviriyor. Heli’nin küçük kız kardeşi Estela’nın 17 yaşında bir sevgilisi vardır; Beto. Beto, Estela’yla evlenip kaçmak için aldığı uyuşturucu paketlerini evlerine saklar. Ancak sonrasında polisler ve uyuşturucu baronlarının gazabına uğrarlar. İşkenceler, dayaklar ve ölümlerle birbirine bağlanan düğümler peş peşe gelir.
Escalante’ye Cannes Film Festivali’nde ‘En İyi Yönetmen’ ödülünü kazandıran Heli, 2013 senesinde ülkesini dünya sinema arenasında temsil eden, başarılı ve kayda değer bir yapım. (Emrah Öztürk)
Krugovi (Circles, 2013, Sırbistan)
’94 yapımı Pred Dozhdot adlı Makedon filminde, ”çember asla yuvarlak değildir, çünkü zaman asla ölmez” denilmiş, kısa kesitlerle gösterilen hikayeler iç içe geçirilmişti. Balkanlardaki iç savaşın sarsıcı etkileri, güvenli sanılan ‘o muhteşem’ Batı’ya bile (o filmde İngiltere, bu seferde Almanya) yerel sorunların sıçrayabileceği; ırktan, akrabalıktan veya kandan bağımsız insanın yalnızca kendine dönük, içsel sorumluluğu aktarılmaya çalışılmıştı.
Sırpça ‘çemberler’ anlamına gelen Sırp yapımı Krugovi filminin de amacı, içerikte -ve üslupta- neredeyse aynı. Üzerinden 20 yıl geçmesine rağmen mesajı biraz eskise de geçerliliğini yitirmeyen, unutulmayacak dramlara dair hatırlatma olduğunu gözlemliyoruz filmin. Bugün bir savaş kahramanı olarak anılan asker Srdjan Aleksic’in gerçek trajedisinden yola çıktığını; ırkçılığın, kıyımın ve savaşın ‘kardeş katli’ yakıcılığında yaşandığı coğrafyadaki acılı, sancılı sürecin izini de sürdüğünü söylemek gerek. Ancak vicdani-ahlaki hesaplaşmaları merkeze alarak dostluğu-düşmanlığı ve nefreti-pişmanlığı çözümlerken film, klişelerin bulandırdığı bir denizde gezintiye çıkarıyor izleyenleri. Seyir halinde yer yer boğuyor bazı sıradan detaylar. Dalgalar görünürde birbirinden de farklı olmuyor ama her biri kıyıya biraz daha yaklaşmamızı sağlıyor. Sahile vurduğumuzdaysa anlıyoruz. Arınmışız ama karnımız su… (Salihcan Sezer)
La grande bellezza (The Great Beauty, 2013, İtalya)
Jep Gambardella için yazar olmak bir alınyazısıdır. Yirmili yaşlarında yazdığı tek kitabı, ona Roma’nın sanat çevrelerinde saygınlık ve lüks bir hayat sunmuştur. 65 yaşına geldiğinde ise, herkes ondan yeni bir kitap beklerken, o daha çok izler ve düşünür olmuştur. Menajeriyle bir yemek sohbeti esnasında ipucunu vermiştir oysaki: Eski olan her zaman daha iyidir.
İtalyan yönetmen Paolo Sorrentino 2013’ün en iddialı filmlerinden biriyle karşımızda. Roma da bir geziye, gizli kapılar ardındaki muhteşem müzelerde gece ziyaretlerine ve eğlencenin zorunlu olduğu abartılı partilere konuk olacağınız sahneleri ile film görsel bir şölen niteliği taşıyor. Yönetmenin de dediği gibi insan ne yaşadığı veya yaşamadığı fark etmeksizin hayatına bir değer yüklüyor. Kahramanımız Jep’in kafasındaki tüm sorulara ve etrafındaki işe yaramaz insanlara rağmen hala tebessüm eder ifadesi de buradan geliyor. Sorrentino’nun vazgeçilmez oyuncusu Tony Servillo ise enfes yorumuyla bu yaşlı ama meraklı karakterin hakkını veriyor. Görüntü yönetmenliğinde Luca Bigazzi’nin kelimeleri pekiştiren görsel sunumu, mekanda sonsuzluk hissi uyandıran çekimleri nefes keserken “La Grande Bellezza“ aldığı ve alacağı tüm ödülleri sonuna kadar hak ediyor. (Yeliz Çakmakçıoğlu)
La vie d’Adéle (Blue is the Warmest Color, 2013, Fransa)
Adéle genç bir öğretmen adayı, Emma ise daha elit bir çevresi olan mavi saçlı bir ressamdır. Sokaktaki ilk karşılaşma ve o ilk bakışma, tutkulu bir aşkın başlangıcı olur. Fedakar aşık koltuğuna oturan Adéle’in sevmeye ve sevilmeye açlığını sembolize eder türden iştahlı yemek yeme sahneleri filmde bolca yer alır. Aşkı ve cinselliği henüz keşfetmiştir ve hiç ummadığı yoldan gelen bu rüzgara bir saniye olsun tereddüt etmeden kendini bırakacaktır. Fransa’nın başarılı yönetmenlerinden Abdellatif Kechiche yılın en sansasyonel yapımlarından biri olan La vie d’Adéle’de, kendisinin de belirttiği gibi, lezbiyen bir ilişkiyi değil aşkı filmleştirmiştir.
Filmde oldukça doğal bir performans sergileyen oyuncuların karakterlere mükemmel adaptasyonları performanslarını pekiştirirken senaryonun doğaçlamalarla zenginleştirilmesi ile duygular etkili bir şekilde izleyenlere ulaşıyor. Filmin başarısında yönetmenin, cinsiyet duvarlarını tamamen yıkarcasına, aşkı ifade edişindeki ustalığı en büyük rolü oynuyor. Buna, filmin ortalarında yer almasına rağmen, oyuncular sete adım atar atmaz çekilen ve o çok konuşulan cesur sevişme sahneleri de dahil. Eşcinsel evliliklerin bu yıl yasallaştığı Fransa’dan böylesine başarılı ve bol ödüllü bir LGBT filminin çıkmış olması hem manidar hem de takdir edilesi. (Yeliz Çakmakçıoğlu)
Le Passé (The Past, 2013, İran)
Filmografisindeki son üç filmiyle ülkesi dışında da tanınıp sevilen Asghar Farhadi’nin, festivallerde beğenileri toplayan A Separation’dan sonra nasıl bir filmle geri dönüş yapacağı merak konusuydu. Diğer filmlerinin aksine İran kültürü ve coğrafyasına yabancı bir kentte, Paris’te geçen üçüncü filmi Le Passé, her ne kadar eleştirmenlerce A Separation’la aynı türden bir konuyu ele aldığı gerekçesiyle eleştirilse de, Farhadi’nin gerçekçi sinema dili ve sade anlatımıyla 2013’ün en iyi filmleri arasına girmeyi başarıyor.
Le Passé, Farhadi’nin diğer filmlerinde olduğu gibi oldukça iyi kurgulanmış hikayesi, karakterler arasında kurulan sağlam çatışmaları, doğal oyunculukları ve sürekli canlı tutulan merak unsuruyla izleyiciyi filmin içine alıyor ve sıkılmadan izlemesini sağlıyor.The Artist’teki (2011) başarılı oyunculuğuyla hafızalarımızda yer edinen Berenice Bejo’nun bu filmdeki Marie rolüyle Cannes’da En İyi Kadın Oyuncu ödülüne layık görüldüğünü de ekleyelim. (Yasemin Kartal)
Locke (Locke, 2013, İngiltere)
İngiliz senarist Steven Knight, yıllardır yazdığı başarılı senaryoların ardından 2013 içerisinde iki film birden çekip hem yazıp hem yönetmeye başladı. Bu filmlerden ikincisi olan Locke, ülkemizde Ekim ayında Filmekimi kapsamında “Sürpriz Film “olarak gösterildi. Dolayısıyla sadece tek bir seansta gösterilip ortadan kaybolan bu film izleyenler için gerçek bir “sürpriz film”e dönüştü. Filmin hala bir afişinin bile bulunmadığını ve filmden kare olarak sadece tek bir görseli olduğunu söylemek ise bu sürprizi daha çok bir gizeme dönüştürüyor.
“Tek mekanda geçen filmler” listelerinde bugüne kadar 12 Angry Men’den (1957) The Man From Earth’e (2007) kadar birçok film görmüşüzdür. Fakat bu filmlerin hemen hepsinde küçük de olsa ya bir flashback sahnesi ya da bulunulan mekandan kısa bir süreliğine dışarı çıkmak gibi sonuçlarla karşılaşmışızdır. Fakat Locke, 85 dakika boyunca arabanın içerisinden hiç çıkmayarak zoru başarıyor. İkinci bir mekan ya da ikinci bir karakterle asla karşılaşmıyoruz. Tanık olduğumuz tek şey ise telefon konuşmaları. Gerçek anlamda tek mekan ve tek karakterin 1,5 saat boyunca izleyiciyi hem sürüklediği, hem gerdiği, hem güldürdüğü bir senaryo yazmak müthiş bir yeteneğin harcı olsa gerek. Steven Knight’ın bu başarısına Tom Hardy’nin sürekli konuştuğu ve başından sonuna kadar yüzünün yakın planda olduğu zorlayıcı bir roldeki başarısı da eklenince ortaya İngiliz sinemasının 2013’teki en orijinal örneği çıkıyordu. (Halil İbrahim Sağlam)
Moebius (Moebius, 2013, Güney Kore)
Güney Kore sineması 2000 sonrasında tür sinemasına getirdiği yeniliklerle göz önünde olan, güçlü örnekleri Hollywood tarafından sıklıkla yeniden çevrim olarak uyarlanan bir ülke sineması. Chanwook-Park ve Joonho-Bong gibi ülke sinemasının gelişiminde önemli pay sahibi olan isimlerin bu yıl Hollywood’a film çekmelerine rağmen, bir kişi Güney Kore’yi yine terk etmedi. Kim Ki-Duk…
Yaptığı sansasyonel filmlerle her daim çok konuşulan ve büyük bir hayran kitlesine sahip olan yönetmen Kim Ki-Duk, Moebius ile hem Güney Kore sinemasının bu yıl en tartışmalı filmine imza atıyor, hem de “neredeyse diyalogsuz” filmi Bin-Jip (2004)’in de üzerine çıkarak “tamamı diyalogsuz” film isteğini gerçekleştiriyor.
Aile içinde cinsellik ve şiddet eksenindeki rahatsız edici dünyasını Freudyen bir bakışla anlatan film Oidipuskompleksini odak noktasına alıyor. Oldukça sert bir film olmasına rağmen “gore” sahneler bulundurmaması, yer yer kahkaha attırabilecek bir mizah duygusuna sahip olması ve tüm bunları tek bir diyalog bile kullanmadan sürükleyici bir şekilde başarabilmesi Moebius’u, hem Kim Ki-Duk filmografisi içerisinde özel bir konuma sokuyor, hem de Güney Kore sinemasının 2013 içerisinde en çok öne çıkan filmi yapıyor. (Halil İbrahim Sağlam)
O Som ao Rador (Neighboring Sounds, 2013, Brezilya)
Kleber Mendonça Filho’nun ilk uzun metraj kurmacası olan O Som ao Redor izleyenleri Brezilya’nın Recife isimli kasabasındaki yaşama tanık ediyor.
Orta halli bir favela olan Recife’de günlük yaşam her zamanki rutinliğiyle akıp gitmektedir. Mahallenin sahibi denebilecek varlıklı Francisco’nun torunlarından Joao ailenin emlak şirketinin yöneticiliğini yaparken hayırsız diğer torun Dinho arabalardan radyo çalıp satarak hayatını sürdürmektedir. İki çocuk annesi Bia ise komşusunun sürekli havlayan köpeğine kafayı takmış, köpeği susturmanın yollarını aramaktadır. Sakin görünen ama sükûnetinin altında derin bir tekinsizlik barındıran mahalleye özel bir güvenlik şirketinin hizmet vermeye başlamasıyla mahallenin sıradan yaşam rutini sekteye uğrar.
Gücünü dört başı mamur bir hikâye anlatmaktansa kurduğu atmosferin gerçekçiliğinden alan O Som ao Redor modern yaşam üzerine yaptığı tespitlerle 2013 yılının öne çıkan filmlerinden biri. Tekinsiz seslerin birbirine karıştığı, şiddetin her an gün yüzüne çıkmak üzere tetikte beklediği, sıradanlıkla trajedinin kolaylıkla yer değiştirebildiği filmin aynı zamanda Brezilya’nın bu seneki Oscar odayı olarak seçildiğini hatırlatalım. (Burak Acar)
Omar (Omar, 2013, Filistin)
Paradise Now (2005) filmiyle tanıdığımız yönetmen Hany Abu-Assad’ın son filmi Omar, bu yıl ülkemiz kapsamındaki festivallerin çoğunda gösterilen başarılı bir Filistin filmi olarak hafızalarda yer etti. İsrail işgali altındaki Filistin insanlarının hayatlarını aşk, ihanet, sadakat, intikam duyguları ekseninde ele alan film, temelde üç karakterin yaşamı ve birbirlerine etkilerini konu edinse de, İsrail’in inşa ettiği Batı Şeria duvarının da filmde dördüncü bir karakter konumunda olduğunu söylemek mümkün.
Siyasi niteliği ve toplumsal gerçekleri gözler önüne sermesi bir yana melodramatik hikayesiyle de ülkemiz izleyicisinde tanıdık etkiler bıraktığını düşündüğüm Omar, bu niteliğini evrensel bir yapıda sergilemiş olacak ki, gelenekselci Akademi jürisi tarafından da “En İyi Yabancı Film” dalında aday adayı 9 film arasına alındı.
Teknik kalitesi, özenli sinematografisi, akıcı kurgusu ve henüz ilk oynadıkları film olmasına rağmen her biri ayrı ayrı güçlü performanslar ortaya seren Adam Bakri, Samer Bisharat ve Leem Lubany’nin oyunculukları, Omar’ı 2013’te Filistin sinemasından çıkan en kaliteli örneklerin başına yerleştirdi. (Halil İbrahim Sağlam)
Only Lovers Left Alive (Only Lover Left Alivi, 2013, ABD)
Yüzyıllar boyunca yaşlanmadan yaşayabilecek kadar ömrünüz ve çalışmanıza gerek olmayacak kadar çok paranız olsa ne yapardınız? Yeryüzündeki öğrenilebilecek her şeyi öğrenip (Çince, Arapça, tarih, vb.) üretebileceğiniz her şeyi (müzik, edebiyat, fizik, vb.) üretmek bile bir süre sonra sıkıcı olabilir miydi? Jarmusch bu fantastik kurmacada tam da bu durumu resmediyor. Ne kadar kültürlü ve eğitimli olunursa olunsun o yabani varoluştan kurtulmanın mümkün olmadığı gerçeğiyle yüzleştiriyor bizi. Gerçeğimizle birlikte yaşayabilmek ya da gerçeği yalnızca halının altına süpürüp biraz vicdanımızı rahatlatmaya çalışmak arasındaki farkı yaşıyor vampir kahramanlarımız Adam (Tom Hiddleston), Eve (Tilda Swinton) ve Eve’in kardeşi Ava (Mia Wasikowska).
2013’ün en başarılı ABD yapımlarından biri olan Only Lovers Left Alive, Catalonian International Film Festival’inde yönetmen Jim Jarmusch’a jüri özel ödülünü getirdi. 2013 Cannes Film Festivali’nde de Palme d’Or ödülüne aday gösterilerek “La Vie d’Adele” ile yarıştı. (Çağın Şentürk)
Paradies: Hoffnung (Paradise: Hope, 2013, Avusturya)
Avusturya’lı yönetmen Ulrich Siedl’in ses getiren Cennet üçlemesinin sonuncu filmi olan Paradies: Hoffnung, konu edinilen ailenin en geç üyesinin; ergenlik dönemindeki Melanie’nin disiplinli bir zayıflama kampında geçen yaz tatiline odaklanıyor.
Fazla kilolardan kurtulma meselesi kendilerinden çok aileleri tarafından amaçlanan akranlarının arasında bir yandan vücuduyla bir yandan da duygusal bocalamalarıyla baş etmeyi çalışan Melanie’nin yaşadığı çıkmazı rutin bir kurguyla daha karamsar bir tona bürüyor yönetmen. Tekrarlanan günler çocuklarda kilo namına gözle görülür bir değişiklik yaratmazken bu sürecin çocukluklarından bir şeyleri eritip yok ettiğini gözlemlemek zor olmuyor. Filmin en büyük başarısı, ele alınan yaş grubunun enerjisinden yararlanarak rutinin içine ritm ve sadeliğinin içine albeni saklaması oluyor…
En nihayetinde Paradies: Hoffnung, Michael Haneke’den ibaret olmadığını kanıtlamaya niyetli görünen Avusturya sinemasından yılın dikkate değer yapımlarından biri olarak anılmayı ziyadesiyle hak ediyor. (Soner Yıldırım)
Poizitia Copilului (Child’s Pose, 2013, Romanya)
Hagi ve Popescu’nun memleketinin sinema alanındaki çıkışı malum. Hele festival ağlarına takılıp, dağıtıma açtıkları film kutularından hemen hemen hiç boş çıkmıyor. Ancak ulusal futbol takımının 2014 Dünya Kupası’na son anda kalamadığı gibi, yabancı film dalında Oscar adaylığı için büyük umutlar beslenen Poizitia Copilului filmi de ilgilendiği organizasyonu evden seyredecek. Radikal ve orijinal olmaktansa klasik bir finalle bağlanmasının bedelini ödeyen film, aslında sert başlıyor. Oğluna ‘ruh hastası’ aşırılığında sevgi besleyen, kontrol delisi bir anne; onun umursamazlığından yakınıyor, kriminal bir trafik kazasına karıştığını öğrenince de işler karışıyor. Oğlunun yakasını sıyırmak adına çok yakından bildiğimiz manevraları uyguluyor sonra; suçu örtbas etmeye çalışıyor, rüşvet teklif ediyor, yalvarıyor, baskı yapıyor. Bütünüyle kötücül bir anne profili çizmiyor elbet ancak kirli tercihleriyle ve çevresinden gördüğü tepkilerle, evlat sevgisiyle meşrulaştıramadığı yollara sapmış oluyor.
Poizitia Copilului; kendince haklı karakterlerin çatışmasını ve onlarla empati kurmasını ele alması açısından da en çok, yine Romanya topraklarından çıkan mizahı keskin başyapıt Mungiu’nin Depa Deauluri (Tepelerin Ardında) filmini anımsatıyor. (Salihcan Sezer)
Searching for Sugar Man (Searching forSugar Man, 2012, İsveç)
Belgesel sinemanın en güzel taraflarından biri de dünyanın dört bir yanındaki “yok artık bu kadarı da olmaz” dedirten orijinallikte gerçek hayat öyküleriyle bizi tanıştırması… İsveçli yönetmen Malik Bendjelloul geçtiğimiz senenin ödül rekortmeni filmi Searching for Sugar Man’de inanılması güç bir hayat öyküsünü son derece yetkin ve yaratıcı bir sinema diliyle beyazperdeye taşımış. Ülkesi Amerika’da hemen hemen hiç tanınmayan bir bar şarkıcısı olan Sixto Rodriguez’in Güney Afrika gibi kendisine çok uzak bir ülkede yıllar boyunca bihaber kaldığı, efsane mertebesine ulaşmış tuhaf ve büyük bir üne sahip olduğunu öğrenmesini anlatan Searching for Sugar Man insan hayatının tesadüflerle örülü doğasınıda sorgulamamıza neden oluyor.
Müthiş kurgusu kadar günümüzde kültür endüstrisinin içini boşalttığı pek çok kavram ve sanatçı olmaya dair nitelikleri Rodriguez gibi nevi şahsına münhasır bir insanın şahsında tekrar hatırlatması filmi etkili kılan faktörlerin başında geliyor. Seyircisini usta bir Borges öyküsü gibi Rodriguez’in sırlarla ve bilinmezliklerle dolu dünyasında gezdiren film, son yılların belki de en güçlü belgeseli. (Burak Acar)
Sen Aydınlatırsın Geceyi (You Alight the Night, 2013, Türkiye)
Küçük bir Anadolu kasabasında olması beklenen herşey var orada, kahvede okey oynayan adamlar, üçkâğıtçı tüccarlar, emekçi kadınlar, çeteler, aile çay bahçesi, salon düğünleri… Ama küçük bir kasabada rastlaması pek mümkün olmayan doğa üstü güçleri olan insanlar da yaşıyor burada. Hepsi birbirinden farklı güçlere sahip olsa da aynı zamanda, aynı yerde ve aynı hayatları yaşamaya mahkûmlar.
Onur Ünlü’nün yönettiği 6. uzun metrajlı bu fantastik dram, 32. İstanbul Film Festivali’nde yılın en iyi filmi ödülünü kazandı. Vizyona girmeyecek olmasıyla da dikkatleri çeken filmin gösterimleri çeşitli festivallerde ve tiyatro salonlarında gerçekleştirilirken Başka Sinema da filmin izleyiciyle buluşmasını sağladı. (Çağın Şentürk)
Soshite Chichi Ni Naru (Like Father, Like Son, 2013, Japonya)
Cannes Film Festivali’ndeki ilk gösteriminde ayakta alkışlanan ve Cannes’dan Jüri Özel Ödülüyle dönen Soshite Chichi Ni Naru’nun çıkış noktası 1960’lı yıllarda Japonya’da gerçekleşen “çocuk karışıklığı” vakaları.
Film, gelir düzeyi yüksek ve başarılı bir iş adamı olan Ryota’nın, altı yaşındaki oğlunun hastanede başka bir bebekle karıştırıldığını ve biyolojik oğlu olmadığını öğrenmesi ile biyolojik oğlu ve kendi bilgi ve görgüsü doğrultusunda yetiştirdiği oğlu arasında karar verme sürecini, farklı sosyal sınıflara sahip iki aile üzerinden anlatıyor.
Hirokazu Kore-eda, filmin konusu ajite edilmeye son derece müsait olmasına rağmen yalın bir anlatımı tercih ediyor ve etkisi altına aldığı seyirciyi, ebeveynlik tartışmasının ortasına atıyor ve kan bağının düşündüğümüz kadar önemli olmadığının altını çiziyor. (Yasemin Kartal)
Wadjda (Wadjda, 2013, Suudi Arabistan)
Riyad’da yaşayan küçük bir ilkokul talebesi Wadjda’nın tek hayali yeşil bir bisiklete sahip olmak ve bir kız çocuğu için neredeyse her şeyin yasak olduğu rejime inat özgürce o bisikleti sürmektir. Ailesine bu isteğini söylediğinde geri çevrilir, haliyle. Ancak şans eseri okulunda Kur’an okuma yarışması düzenlenir ki kazanana verilecek para ödülü yeşil bisikleti almaya yetecek kadardır. Küçük Wadjda da kolları sıvar ve Kur’an’ı ezberlemeye koyulur.
İlk’lerle dolu bir film Wadjda. Suudi Arabistan’da bir kadın yönetmenin elinden çıkan ilk uzun metrajlı film olma ünvanına sahip. Birçok ödül kazanmış, Oscar aday adayı olarak ülkesi tarafından Akademi’ye sunulmuş bir film. Eleştirmenlerin genel görüşü de filmin beklenenin çok üzerinde bir sinamasal güce sahip olduğu yönünde. Sinemanın hem gösterimi, hem de icra edilmesi yasak olan bir ülkeden böylesi bir yapımın çıkması bile başlı başına konuşulmaya değer bir durum. Üstelik ilk filmiyle rejimi eleştiren, kadının Suudi Arabistan’daki durumunu sorgulayan bir yönetmenin filmi bu. Fakat şunu biliyoruz ki filmin yapımcısı aynı zamanda Sony Pictures Classics’in ortaklarından ve oscara aday gösterilmek için filmin en az iki hafta o ülkenin salonlarında oynaması gerek; oysa Wadjda’nın ülkesindeki gösterimi ‘dinen yasak’. Nasıl oluyor da böyle bir film çekiliyor ve Akademi aday adaylığına kabul ediliyor, tam bir soru işareti. Yine de Haafia Al-Masour’un gizli gizli çektiği, çekerken de binbir zorluğa göğüs gerdiği filmi Wadjda, gerçekten de yılın en dikkate değer yapımlarından. (Emrah Öztürk)
What Richard Did (What Richard Did, 2012, İrlanda)
Çevresi tarafından takdir edilen, yakışıklı, zeki, tuttuğunu koparan, geleceği pırıl pırıl bir lise öğrencisi Richard Carlson… Tüm bu vasıflara varlıklı ebeveynlerinin verdiği güven duygusu da eklenince istediği ne varsa uzanıp alması yetiyor. Ta ki tutkulu bir gönül ağrısı, tastamam bildiğini sandığı küçük dünyasını büyük egolarıyla birlikte yerle yeksan edene kadar…
İrlandalı yazar Kevin Power’ın Bad Day in Blackrock isimli kitabından uyarlanan yapım, mütevazı bir gençlik hikayesinin maharetli bir yönetmenin ellerindeki yükselişinin en güzel örneklerinden birini veriyor. Yaz aşklarının romantizmiyle suları tatlı tatlı bulandıran yönetmen film boyunca elindeki ”genç, zeki ve yakışıklı” sopayla suyu karıştırdıkça karıştırıyor ve finalde bizleri koyu bir çamur birikintisiyle baş başa bırakıyor.
32. İstanbul Film Festivali öncesinde hazırlanan öneri listelerinin çoğunda esamesi okunmayan What Richard Did, hatırlayacağınız üzere Uluslararası Yarışma Bölümü’nün büyük ödülü Altın Lale’yi ülkesi İrlanda’ya götürmüştü. Sessiz sedasız… (Soner Yıldırım)